26 Nisan 2016

Selanik -2: iheart, Ble, Sempriko, Agora, Tokyo Club

Selanik'in en iyi barları arasında sayılan Tabya Bar'da buz gibi birer lokal bira yuvarlayıp güneşin tadını çıkarttıktan sonra, hem biranın sadece 4 euro olmasından, hem de güneşli havadan mutlu biçimde ayaklanıyoruz.

Listemizde bu civarlarda bir kahveci bir de pastane var; ama artık acıkmaya başladığımız için bunların peşine düşmek yerine, telefonlarımızdan gözümüze kestirdiğimiz restoranın lokasyonunu alıp oraya doğru yürümeye başlıyoruz.


Selanik'in harika taraflarından birisi de bu: Metro veya taksi peşinde koşmaya hiç gerek yok. Ayakkabılarınız rahat olduğu ve çok tembel bir yapıda olmadığınız sürece her yere yürüye gidebilirsiniz.








Şans bu ya, özellikle peşine düşmemiş olmamıza rağmen, listemizdeki kahveci tam karşımıza çıkıyor: i heart. Ve o kadar güzel görünüyor ki, pas geçemiyoruz.

Kahvelerimiz hazırlanırken, tavana dizilmiş bavullar, çerçevelenip duvara asılmış kitaplar arasında keyifle dolanıyoruz. Kalpli karton bardaklardaki kahvelerimizi elimize tutuştururken, nereden geldiğimizi soruyorlar. Bir tanesi Türkçe ders alıyormuş, "Nasılsınız?", "Öpüyorum." gibi kelimeleri ardı ardına sıralıyor. Diğeri iki hafta önce İstanbul'daymış, ne kadar harika bir şehir olduğunu anlatıyor bize.



Espresso'larımızı devirip tekrar yola çıkıyoruz. Karşıdan karşıya geçerken bu sefer de listemizdeki diğer adres olan Ble Pastanesi ile burun buruna geliyoruz. Vitrindeki beyaz çikolatalı, bitter ve sütlü çikolatalı olmak üzere üç çeşit profiterole karşı koymam imkansız.



Hepsinden birer top alıyor, elimde profiterol kasem, ağzımda kaşığım ile kendimden geçmiş halde, önümden yürüyen Buket'i takip ederek, avare avara yürüyorum. Bir ara Buket, profiterolün tadına bakmak için dönüyor ve elimdeki kasenin çoktan boşalmış olduğunu fark ediyor. :))






Selanik'in Nişantaşı'sı olarak tabir edebileceğim bistrolar ve tasarım butiklerle dolu sokaklardan geçtikten sonra, sahile varıyoruz. Sahil hattında dizi dizi cafe ve barlar var, hepsi de tıklım tıklım dolu.

Şehrin en sembolik alanlarından biri olan Aristoteles Meydanı'nda biraz oyalandıktan sonra, yemek için gözümüze kestirdiğimiz restoranın peşinde koşarken kayboluyoruz. Aynı caddeden iki kere yürüyoruz, ki bu cadde hiç de cazip görünüşlü bir cadde değil. Telefondan aldığımız lokasyona göre, Sempriko'nun önüne geldiğimizde, etrafta Sempriko tabelası olan hiçbir restoran bulamıyoruz. En sonunda, alakasız bir kahvecinin şemsiyelerini kullanan bir yere girip Sempriko'yu soruyoruz ki, tam da orasıymış. "İki kişiyiz." diyoruz, "Sıraya girin." diyorlar.

Orada bizden başka turist olmamasından mutlu biçimde -lokallerin takıldığı restoranlar güzeldir-, kaldırımın basamaklarına oturup, önümüzden geçen leziz karidesleri ve çok yakışıklı adamları izliyoruz.



Sonunda sıra bize geliyor ve iki kişilik masamıza kuruluyoruz. Bir şişe reçine şarabı, garsonun özel tavsiyesi olan peynir, deniz börülcesine benzer inanılmaz lezzetli bir yeşillikle servis edilen karides, biberiyeli beyaz bir sosla sunulan ahtapot söylüyoruz. Sağımızdaki solumuzdaki masalara gelen bütün tabaklar inanılmaz iştah açıcı görünse de, birkaç saat sonrası için başka bir yerde yemek rezervasyonumuz olduğu için, ben her zamanki kontrolcü tavrımla, "Daha fazla sipariş vermeyelim." desem de, Buket kaşla göz arasında bir de midye siparişi sıkıştırıveriyor araya. Ne de iyi yapıyor, çünkü midye de acayip lezzetli.






Keyifle karnımızı doyuruyor, bize servis yapan çok yakışıklı garsondan sürekli bir şeyler istiyor ve güneş batarken ayaklanıyoruz. Ödediğimiz hesap toplam 34 euro olunca, reçine şarabının da etkisiyle Selanik'e mi yerleşsem diye düşünmeye başlıyorum.

Güneş Selanik'i terk ederken, biz de sokağı terk edip otelimize geri dönüyoruz. Enerji toplamak için, ben lobide kahve ve sigara eşliğinde internete bağlanarak yayılıyorum; Buket de hızlı bir uykuyla enerji toplamayı tercih ediyor. Ben yatarsam kolay kolay kalkmam biliyorum, 22:30'da başına dikiliyorum, "Seni lobide bekliyorum 23:00'e kadar, sonra çıkıyorum." diyorum. Tahmin ettiğimden çok daha tazelenmiş biçimde 23:00 gibi tekrar sokağa çıkıyoruz.

Agora Oyzeri'deki rezervasyonumuz saat 20:00 içindi; ama biz rezervasyonumuzdan çok sonra gitmiş olsak da, sokakta kolayca kendimize yer bulabiliyoruz. Cips gibi ince ince hazırlanmış patates kızartması, karides saganaki, ızgara peynir ve lakerda içkilerimize eşlik ediyor.




Barlar sokağı olarak nitelendirebileceğimiz Fragkon'daki mekanlara şöyle bir göz attıktan sonra, gece için gözümüze kestirdiğimiz bir adrese yol alıyoruz.


Gelgelelim biz merdivenlerden terasa doğru çıkarken, inen bir ekip "Kapanmış orası." diyor, böylelikle birkaç alt kattaki Tokyo Club'a giriyor ve birkaç saat dans ediyoruz.



Saat 3:00'e yaklaşırken, birkaç saat sonra yola çıkacağımızı hatırlıyoruz, "Hadi diyoruz, bu gecelik eğlence bu kadar." Çünkü ertesi gün için nasıl ulaşacağımız hakkında hiç bir fikrimiz olmayan Meteora'ya gitmeyi ve sonra Selanik'e geri dönüp uçağımızı yakalamayı planlıyoruz.


Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım