Kendisinin her pazar günü, üç farklı kişiyle kahvaltı planı olduğu için ve başlangıcı benimle yaptığı için, pazar sabahları, günün miskin ruhuna aykırı olarak erkenden kalkmam artık bir klasik. Yine de alışamadım hala. Nasıl üşenmiyor da, sabahın 9:00'unda duşunu almış, traşını olmuş, giyinmiş olarak karşıdan bana gelmiş oluyor anlamıyorum.
Annemin doğum gününde, anneme bayram için gidiş-dönüş İtalya bileti hediye ettiğinde, "Ben de böyle cömert eski koca istiyorum!" diye tutturduğumdan, kızının hayalinin "eski koca" olmasına yüreği elvermemiş, benim biletlerimi de ısmarlamıştı. Doğum günüm yaklaşıyor diye şansımı zorluyorum, taleplerimi laf arasına sıkıştırıp, "27 yaşımı dolduruyorum çok yakında." diye hatırlatma yapıyorum. Şakaya vurmayı tercih ediyor, "Neredeyse benim yaşıma geldin sen de!" diye takılıyor o da bana.
Kahvaltı demişken, bu araya leziz bir omlet tarifi de yapıştırayım.
Ben tavaya kırılıp karıştırılmış balçık gibi karman çorman yumurtaları yiyemediğim için, yumurtanın tadını azaltmak için de yumurtayı sütle birlikte çırptığımdan, şehirdeki bayıla bayıla yediğim tek omlet kendi yaptığım.
Hafif patatesli omletimin tarifi de şu şekilde: Patatesleri kızartmıyor, haşlıyorum. Sonra küçük küçük dilimliyorum. Bir kasede iki minik yumurta, azıcık süt, tuz, karabiber ve dereotunu çatalla güzelce çırpıyorum. Krep tavasına, biraz zeytinyağı döküyorum, tavayı sağa sola hareket ettirerek her tarafının yağlanmasını sağladıktan sonra, önce patatesleri, ardından da kasedeki karışımı tavaya döküyorum. Ocağın altı önce çok açık bir dakika bekletiyorum, kabarcık olursa onu patlatıyorum, sonra tabak yardımı ile tersini çevirip diğer tarafını da pişiriyorum. Varsa biraz parmesan, yoksa kaşar peyniri de üstüne serpince, pazar kahvaltısı keyfi tamamlanmış oluyor.
Kahvaltıdan sonra, bangır bangır müzik açıp valizimi toplamaya başlıyorum. Bayram vesilesiyle yine, yeni, yeniden İtalya yollarını tutacağım. Annemle, Napoli, Roma, Pisa, Floransa, Milano, Torino hattında on gün kadar dolanmayı planlıyoruz. Floransa ve Napoli hariç hepsini daha önce gördüm, tarihi kısımlarını gezdim. Bu seferki gezinin daha çok yemek, alışveriş ve şarap odaklı olmasını planlıyoruz. Her türlü tavsiyeye açığım. :)
Minik bir seyahat çantası hazırladıktan ve evi toparladıktan sonra, üzerime pazar ruh halime uygun rahat bir şeyler geçiriyorum.
Bu araya da bu aralar en çok dinlediğim, en sevdiğim parçaları yapıştırayım. Yenileri keşfetmiş, eskileri hatırlamış olursunuz. Bu arada müzik konusunda sıkı başvuru kaynaklarımdan biri de Mr. Feelgood. Keşfediyor, dinliyor, listeler oluşturuyor, eksen listesi benim favorim. Daha fazlası için tık!
Ara Not: ChetFaker'ı keşfettiren kişiye de buradan selam olsun!
Biraz daha mutfakta takılıyorum, ne zamandır bir şeyler pişirmemiştim. Bir zeytinyağlı kabak, bir de patates salatası yapıyorum.
Patates salatası dünyanın en kolay ve lezzetli tarifi bence. Patatesleri yıkadıktan sonra kabukları ile haşlıyorsunuz. Bıçağı üzerine daldırarak pişip pişmediklerini kontrol edebilirsiniz. Piştikten sonra ılıkken kabuklarını soymak da çok kolay. Çok aç değilseniz, dilimlemek için soğumalarını bekleyin, daha düzgün dilimler kesebilirsiniz. Sonra tek yapmanız gereken şey, dereotu, kapari, kırmızı pul biber, zeytinyağı, tuz ve limon serpmek. Dışarı çıkmayacaksanız soğan da çok yakışır evet.
Zeytinyağlı kabak için de ihtiyacınız olanlar kabak, domates, soğan, zeytinyağı, tuz, şeker, pirinç. Pirinçsiz yapanlar da var; ama ben yanına pilav yapmaya üşendiğim ve ekmek yemediğim için pirinçli daha doyurucu versiyonundan yanayım.
Öncelikle soğanları küçük küçük doğrayıp, zeytinyağını koyduğunuz tencerede şöyle bir çeviriyorsunuz. Ardından dilimlediğiniz kabakları da ekliyorsunuz üzerine. Rendeyi tencerenin üzerine tutarak dometesleri de tencerenin içine rendeliyorsunuz. Bir yemek kaşığı şeker, biraz tuz koyup karıştırdıktan sonra, en üstüne de yarım bardak pirinci atıyorsunuz. Su eklemeyin. Domateslerin suyunda pişsin, bütün suyu çektikten sonra, pirinçler henüz pişmemişse, yarım bardak sıcak su eklersiniz.
Mr. Feelgood ile Galata'da buluşuyoruz. Tamir edilmesi gereken kırgınlıklarımız, kızgınlarımız var. Şarap böyle zamanları kolaylaştırır ya, istikametimiz en sık gittiğimiz şarap evi Sensus oluyor. Son iki seferdir servise ilişkin şikayetlerimiz oluyordu, ama sevdiğimiz şarapları bulabiliyoruz diye hala gitmeye devam ediyorduk.
Üzerinde rezerve yazan ve yazmayan masalar var. Rezerve yazmayanlardan birine oturuyoruz. Bir garson bitiyor yanımızda, bu masa rezerve yalnız, saat 19:00'a kadar oturabilirsiniz, diyor. Saat 18:15, birer kadeh şarap içmek için yeterli zamanımız var. Tamam, diyoruz. Oturuyoruz. 25 dakika boyunca masaya kimse sipariş almaya gelmiyor. En sonunda ben huysuzlanmaya başlıyorum, iki kere iki garsonu yakalıyorum, "Bakar mısınız?" diyorum, "Tamam" diyip dönüp arkalarını gidiyorlar. Çıldırıyorum.
Şarap alıp kalkalım diyoruz, şarap alacağız, orada çalışan yardımcı olmakla görevli olan birine çok da ahiretlik olmayan birkaç soru soruyoruz. Aldığımız cevap "Şeeey ben çok anlamıyorum şaraptan."
Yaklaşık 45 dakikanın sonunda birer kadeh şarabımız geliyor, kadehlerimiz bittiğinde masaya rezervasyon yaptırmış kimse gelmiyor, hatta boş masa var. Garson kadın gelip, önümüzden boşalmış bardakları alıyor. Şarap evinde olması gereken "Size buna benzer şunu verebiliriz." gibi tavsiyeleri geçtim, "Bir tane daha alır mısınız?" diye bile sormadan, boş bardaklarımızı alıp gidiyor. Şoktayız!
İş yapmaya başlayan her güzel yerin kötü işletmecilik örneğine dönüşmesinin geleneksel sonucu olarak, sevdiğimiz bir mekanı daha kaybetmiş olarak, bir daha da hayatta gelmeyiz diyerek kalkıyoruz oradan.
Kiva'ya oturuyoruz, güzel yemekleri vardı eskiden, ne zamandır yemedik diye, yine rezerve yazmayan masalardan birine yerleşiyoruz, birer sigara içiyoruz, menü bekliyoruz. Bir garson geliyor, "Eee bu masa rezerve!" diyor. "Rezerve yazsaydınız veya oturmadan uyarsaydınız." diyoruz, ukalaca "Siz de sormadan oturmasaydınız." dediği anda ayaklanıyoruz. Arkamıza bile bakmadan.
O sinirle, Galatasaray'ın arasındaki minik, pek bilinmeyen şarap evimiz Solare'ye kadar hızlı adımlarla yürüyoruz. Masaya oturduğumuz gibi güleryüzlü bir garson geliyor, menülerimizi veriyor. Şarap sorularımıza tatmin edici cevaplar veriyor. Oturduktan hemen sonra, şişemiz önümüzde, kadehlerimiz doluyor. Peynir tabağımız, ardından mezelerimiz hiç bekletmeden hemen geliyor. Hatta şişeyi bitirdikten sonra, tek kadeh almamız için şarap tavsiyesinde bile bulunuyorlar. Neyse İstanbul'da hala bozulmamış yerler var, diyerek rahatlıyoruz.
Mr. Feelgood, yan taraftaki büyük masayı gösteriyor, ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz, doğum günü yemeğimi yapacağım yeri buluyorum böylece. Önceki mekanların yarattığı gerginliği unutuyoruz, şarapla ısınıyoruz, şarapla kırgınlıklarımızı sarıyoruz.
Elele kikirdeşerek çıkıyoruz oradan. Pazartesiye, yeni haftaya, her şeye hazırız.
Soğuk havaları çok sevmiyorum; ama kırmızı şarap sezonu açıldığı için mutluyum. Kırmızı şarap ile hayat, başka her şeyle olduğundan daha güzel.
Havalar soğuduğunda ilgimi en çok çeken etkinlik film izlemek oluyor. Evde, tercihen sevgiliyle, bir battaniyenin altında birbirine dolanmış olarak izleneni en makbul, ama çantaya atılmış, salona gizlice sokulan bir bira ile sıcacık sinema salonunda güzel bir görüntü ve ses sistemi ile film izlemenin keyfi de ayrı güzel. Biliyorsunuzdur, her sene olduğu gibi, İstanbullular bu yazı da filmekimi ile kapattı. Filmekimi bu haftasonu, sona eriyor. Ben, öğrenciliğimde gündüz matinelerinin tadını çıkarmış bir insan olarak, çalışmaya başladığımda, film festivallerinde akşam seanslarına terfi etmek durumunda kaldım. Bilet bulamadığım için isyan ettiğim birkaç festival sonrası, kendime Lale Kart edinerek bu sorunu da çözdüm. Lale Kart'ın en havalıları olan siyah ve beyaz lalenin yıllık aidatı çok yüksek kabul ediyorum; ama hala öğrenciyseniz -ki ben yüksek lisans sayesinde hala öğrencilik avantajlarından faydalanmaya devam edebilen çalışan kesimdenim- sarı lale edinin. Yıllık aidatı 125 TL, ön satışlardan faydalanabiliyorsunuz ve her bilette %25 indirim kazanıyorsunuz. Ayrıca anlaşmalı olduğu pek çok noktada indirim sağlıyor, örneğin Cafe Nero'larda bir kahve alınca ikincisi hediye oluyor. Yani ödediğiniz parayı fazlasıyla çıkarmış oluyor size. Benim son birkaç yıldır harcadığım en anlamlı para, lale kart aidatım. Bu seneki filmekiminden de kendime beş film seçtim. İzlediklerim hakkındaki yorumlarım, bu yazı ile huzurlarınızda. Cinsel içerikleri nedeniyle gösterime gireceklerini çok sanmıyorum; ama bizim kuşağın pek de yasal olmayan yolları ile hepsine ulaşmanız pekala mümkün. Yasadışı yollara teşvik gibi oldu farkındayım; ama festival filmleri oynatan bir sinemamız olmadığı ve var olan Alkazar Sineması da yıllar önce kapatılığı için başka bir alternatif malesef yok. 1) Blue is the warmest colour: Cannes'da Altın Palmiye ödülünü almış, on iki dakikalık sevişme sahnesiyle çok konuşulmuş, Filmekimi kapsamında ek seans açılmasına rağmen izleyici taleplerine yetişememiş bu filmi, bir Lale Kart sahibi olarak, galasında, şahane görüş açılı bir koltukta izleme fırsatı buldum. Filmden çıkıp, arkadaşlarımla buluşmaya gittiğimde "Nasıldı film?" sorusuna cevap veremedim. Çünkü farklı bir filmdi. Çok mu beğenmiştim, beğenmemiş miydim, karar veremedim. Çünkü filmin bir kısmı film değil pornoydu, bir kısmı fotoğraf kareleri gibi çok sanatsaldı, bir yandan da çok fazla mesaj içeriyordu.
Filmi izleyip uyuyup uyandıktan sonra, çok etkileyici ve iyi bir film olduğuna karar verdim. Seven sevmeyen, herkesin hemfikir olduğu tek bir şey var; oyunculuk muhteşem. Konusuna gelince, lisede bir edebiyat sınıfında başlıyor film. Bir aşk romanını okuyor ve tartışıyorlar. "Kalpte boşluk olması ne anlama gelir?" diye soran ve bunu tartışmaya açan bir edebiyat öğretmeninin dersi ile başlayan ilk sahnede baş kahramanımız ile tanışıyoruz: Her bakımdan ortalama bir ailede yaşayan Adele... Ailesi ne tutucu, ne de çok modern; ne yokluk içinde, ne de çok zengin. Öğretmen olmayı hayal eden, erkeklerden hoşlanan bir kadın. Okulun çok yakışıklı çocuklarından birisi ile flört etmeye başladığı zaman, yolda mavi saçlı bir kadın görüyor ve kelimenin tam manası ile hayatı değişiyor. Çok fazla spoiler vermek istemiyorum; ama bana çok fazla şeyi sordurttu ve düşündürttü. Aşk cinsiyetten bağımsız bir kavram mıdır? İlişki yaşadığın kişi seni ihmal etmeye başladığı için kendini başkaları ile avuttuğunda aslında suçlu kimdir? gibi... Türkiye'de vizyona gireceğini sanmıyorum, o yüzden bir şekilde edinip, izleyin.
2) The Look of Love: Gerçek bir öykü. Paul Raymond'un önce açtığı striptiz klübü, ardından çıkardığı soft-porn dergisiyle ve "En kalıcı saygınlık mülk ile olur." anlayışı ile Soho Kralı'na dönüşmesini, bu dönemde kadınlarla ilişkilerini ve piyasayı anlatıyor. Muhteşem güzel kadınlar, harika kıyafetler, keyifli müzikler eşliğinde...
Olağanüstü bir film değil, ama bambaşka bir dünyanın kapılarını açıyor. Kızını kokain içerken yakalayınca sadece iyi mal içmesi konusunda uyaran bir baba, kocası eve sabah gelince "Kadın nasıldı?" diye soran bir eş, "Soho benimmm!" diye bağıran gerçekten Soho'nun mirasçısı bir kız ve çok renkli garip hayatlar yaşayan daha bir çok karakter... Spoiler olacak ama sadece olayları gösteriyor, kimsenin aslında ne düşündüğünü ve hissettiğini filmden anlamak mümkün değil. Ben, kızının neden mutsuzluğa sürüklendiğini de; ikinci birlikte olduğu kadının gerçekten Raymond'a aşık mı olduğunu, yoksa sonunda dünyanın pek çok yerinde otel zincirleri sahibi olmasını sağlayan planlı yolu mu yürüdüğünü anlamadım. Bu oyuncuların performansının mı yoksa senaryonun eksikliği mi bunun kararı beni aşar, film eleştirmenlerine bırakıyorum. Güzel kıyafetler, güzel evler, güzel görseller ve keyifli iki saat geçirmek için izlenebilir.
3) (The Necessary Death of) Charlie Countryman: Romantik komedinin aksiyonlu versiyonu olan bu film, benim açımdan, Filmekimi kapsamında pazar akşamı izlemek için harika bir seçim oldu Film, İngilizce'de "Bucharest" ile "Budapest"in birbirine çok benzemesi üzerine kurulmuş. Annesi ölen, Charlie, bundan böyle ne yapacağını bilemezken, annesinin "Bükreş'e git." tavsiyesine uymaya karar verir ve kendini, kaldığı hosteldeki "uyuşturucu kullanalım, striptiz klüplerine gidelim"ci oda arkadaşları, aşık olduğu kadın ve mafya babaları üçgeninde bulur. Biraz aksiyon, biraz aşk ve harika müzikler. Filmden geriye aklımda kalan en güzel şey de, ilk sevişme sahnesinde The XX - Stars çalması oldu. Çok derin ve yorucu olmayan, keyifli bir şeyler izlemek istiyorsanız, bu sizin filminiz.
4) Only Lovers Left Alive: Filmekimi katoloğunu incelerken adının güzelliği ile ilgimi çeken, "fetişist, havalı, güncel, romantik vampir dramı" olarak tanımlanmış bu filmi izleyip izlememek konusunda kararsızdım. "Vampir filmi?! Modası çoktan geçmedi mi?" diyordum. Hakkında duyduğum harika şeylerden sonra, iş çıkışı koşa koşa gittim. Ne de iyi yapmışım. Festival kapsamında en çok beğendiğim film oldu. Filmin ana karakterleri, birbirleri ile evli olan iki vampir: Adam ve Eve. Adam Detroit'te yaşıyor, harika müzikler yapıyor; ama bunları dış dünyaya sızdırmaktan özenle kaçınıyor. İnsanoğlunun -ki filmde insanlar "zombi" olarak nitelendiriliyor- geldiği durumdan ve yaşadığı hayattan çok umutsuz. Fena halde depresif ve intihara meyilli. Eve onun tam tersine, dans ederek, her şeyin tadını çıkararak yaşamaya meyilli, kitaplara fena halde düşkün bir iyimser. Tanca'da yaşıyor.
İkisi de insanların kanını emmeyi çok tehlikeli ve eski model buluyorlar. Ne hastalığa sahip olduklarının ve kanlarının kalitesinin ne olduğu meçhul olduğundan... Laboratuarlardan O Rh+ kan tedarik ediyor ve bununla besleniyorlar. Film plağın dönüşü ile aynı hızda döndürülen iki karede, bambaşka odalarda kanı içip kendinden geçmiş olan Adam ve Eve'i ardı ardına göstererek başlıyor. Konu ve metaforların güzelliği kadar, müzikler ve görüntüler de uçuyor. Hatta birisi üşenmemiş soundtrack listesi yapmış, şuradan ulaşabilirsiniz. Ama dürüst olmak gerekirse, ben hiçbirini sonra evde dinleyince beğenmedim. Filmde görseller ve an ile o kadar güzel uydurulmuş ki, onlar olmadan manasızlaşıyor. Mutlaka ama mutlaka izlenmeli! 5) Young &Beautiful: Filmi izlerken aklıma Murathan Mungan'ın kitabından bir cüme geldi: "aslında ne kadar duygusal bir şey orospuluk etmek..." 17 yaşındaki Isabelle'nin hayatındaki dört mevsimi anlatıyor bu film. "Çok güzel, hiç paraya ihtiyacı olmayan birisi niçin kendisinden yaşça çok büyük adamlarla para karşılığı birlikte olur?"u sorguluyor. Sırf kızın güzelliği için bile izlenebilir. 1990 doğumlu Marine Vacth, hayatımda gördüğüm en güzel insan!
Küçük çocukların kıyafetleri söz konusu olduğunda cimri ve özensiz davranmaya meyilli oluyor aileler genellikle. Çocuk nasıl olsa oynarken onları kirletecek diye, çok pahalı olmayan ama yıkamaya dayanıklı sağlam ürünlerden yana tercih yapıyorlar ve nasıl olsa hızlıca boyu atacak diye her şeyi bir kaç beden büyük alıyorlar.
Mantıklı ve ekonomik bu görüş açısınının sonucunda, sokaklarda rüküş ve sakil çocuklar görmeye alıştık. Havalı kadınların muhiti olan Nişantaşı'nda bile çocuklar çoğunlukla rengarenk, özel bir çaba harcamadan giydiriliyor.
Eski ofis ve oda arkadaşım pek sevgili 'mandalin', geçen hafta beni küçük herif kılıklı, inanılmaz şık bir çocuk ile tanıştırdı, instagram'dan... O kadar etkileyiciydi ve o kadar sıkı bir takipçisi oldum ki Alonso Mateo'nun, paylaşmadan duramayacağım.
Bu çocuk, moda dergisinde yer alan adamların minyatürü gibi bir şey. Giydiği kıyafetleri de o kadar iyi taşımaya alışmış, öyle bir pozlarda ki, insan kesinlikle yadırgamıyor.
Bu minyatür Meksikalı adam, Marc Jacobs, Dior, American Apparel giyiyor. Arkasındaki insan ise, freelance stilistlik yapan, Harper's Bazaar Meksika ve Latin Amerika'ya katkıda bulunan annesi Luisa Fernanda Espinosa.
Yaratıcılarından bir diğeri de aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz baba. Barbie ve Ken'in canlı versiyonu gibiler, çok acayipler.
Bizde de galiba Ece Sükan ile Ümit Benan bir çocuk doğurmaya kalksa ortaya böyle bir çocuk çıkar. :) Hayran olursunuz veya müsrif bulursunuz bilmiyorum ama instagramdan @luisafere takibe alınası! Alonso Mateo ile kapışamam tabii ki, ama devam etmeye söz verdiğim üzere, çalışan bir kadın olarak bu aralar neler giydiklerim de huzurlarınızda:
Cumartesi akşam evden çıkıp, pazar akşam geri geldiğim için üzerimde iki gün boyunca bu elbise vardı. Malum bienal yazısı fotoğraflarından hatırlayacağınız üzere... :)
Havaların gidişatına bakılırsa burnu açık ayakkabılarla vedalaşma zamanı geldi. Elbise Terkos'tan, ayakkabılar Logan, çanta Longchamp.
Fotoğrafta hala uyuyorum resmen. Etek Teşvikiye'deki House Cafe'nin arasındaki adını bilmediğim butikten, gömlek görünümlü lacivert t-shirt Mango'dan, ayakkabılar eBay ganimeti.
En sevdiğim iki renk: Siyah ve beyaz! Etek, klasiğim siyah bandaj eteklerden, t-shirt Nişantaşı'ndaki butiklerin birinden ayakkabılar Tommy Hilfiger, beyaz ceket Mango, laptop çantası Bershka'dan.
Altımdaki kocaman eşofmanı nereden aldığımı bile hatırlamıyorum, dünyanın en rahat şeyi. T-shirt kardeşimin Amerika'ya göçerken geriye bıraktıklarından...
Mavi gömlek Marks &Spencer, krem rengi bandaj etek Stradivarious, ayakkabılar Tommy Hilfiger.
Beli zımba detaylı bandaj etek Bershka'dan, beyaz bluz Koton'dan, kolej ayakkabılar İtalyan, Luca Grossi'den fatte a mano. Dünyanın en hafif ve en rahat ayakkabıları. Onlar olmasa adliye günleri nasıl geçerdi bilmiyorum.
T-shirt Terkos'tandı hatırladığım kadarıyla, jean Que'dan, ayağımdaki ayakkabılar fotoda yok Converse'ti.
Jean üstteki foto ile aynı, ayakkabılar Casette'den, t-shirt pasajların birinden. Ve yazlık kıyafetlerle vedalaşma zamanı. Merhaba Ekim. Merhaba Sonbahar. Merhaba Doğum Günü Ayım. Dip Not: Üzerimde gördüklerinizin tamamı çok yakında tabii ki chucha boutique'te. Böylelikle hala bilmeyenler de öğrenmiş olsun; ısrarla kilitlendiğim, giymeye doyamadığım parçalar hariç, bir iki kere giyip her şeyi yeni sahiplerine iletiyorum. Böylelikle küçücük evimde, sürekli alışveriş yaparak ve sürekli başka şeyler giyerek yaşamaya devam edebiliyorum :) Üstelik de kıyafetlerimin yeni sahiplerinden paketlerini alınca, teşekkür mesajları almak da süper keyifli!