09 Kasım 2015

Hoop İstanbul, hoop Zürih! Traveling allows you to become so many different versions of yourself.

Bir haftasonu yeni yeni popülerleşen ve güzelleşen Balat'ta yogitam ile keşiflerdeyiz. Keyifle ara sokakları arşınlıyor, yiyip, içip, laflıyoruz. O sırada İsviçre'ye gelin verdiğimiz sevgili Özge'den mesaj geliyor: "Önümüzdeki haftasonu dağa çıkacağız. Hadi gel!"

Nasıl gitmek istiyorum anlatamam. Daha yedi ay ömrü olan vizem de cebimde. Yalnızca iki ufak sorun var: Ofisten izin almam gerekmesi ve çok az zaman kaldığı için uçak biletlerinin çok pahalı olma ihtimali. Çok umudum olmadan, bilgisayarın başına oturuyorum biletleri yoklamak için. Ve şans bu ya, yalnızca birkaç saniye sonra, önümde harika bir bilet var: Cuma akşam gidiş, pazar akşam dönüş. Ofisten izin almama da gerek yok, fiyatı da gayet makul.


Özge'den hava durumu tahminleri geliyor, kasım ayı olduğu için inanılmaz ama İsviçre'de oldukça günlük güneşlik bir hava görünüyor. "Eee o zaman ben cuma gece 22:00 ordayım." diyorum ve hemen biletimi alıyorum.  

Cuma günü, on yılı aşkın süredir benimle birlikte her seyahate gelen, bir zamanlar Los Angeles'tan 10 dolara aldığım, hayatımda harcadığım paralar arasında en çok verim aldığımı düşündüğüm puantiyeli çantam ile ofise giderken, bu tatilin öncüsünden gelen mesajı paylaşıyor Özgem: 

"Sana ve arkadaşına temel bilgileri vermek istiyorum. Yarın sabah harika güneşli bir hava ve manzara ile dağa çıkacağız. 10:30'da Baden'de buluşmayı planlıyoruz. Arabayla gideceğimiz yere ulaşmamız 1,5 saat kadar sürecek. Sonra Napf isimli dağa tırmanmaya başlayacağız. Yaklaşık 90 dakikalık bir yürüyüş süremiz olacak. En tepede de güzel bir restoran var. Aşağı iniş daha kısa sürecek. Çok fazla tırmanış olmayacak, ama en azından iyi birer spor ayakkabıya ihtiyacınız var."

Çantamda Karadeniz seyahatinde  kullandığım spor ayakkabılarım olduğu için kendimi gayet tamam hissediyorum. Gerçi Karadeniz seyahatinden sonra, kendime bir çift trekking ayakkabısı almaya karar vermiştim; ama hala kendime düzenli trekking yapacak arkadaşlar edinemediğim için yalan olduğunu fark ediyorum. 

Ofisten çıkışta trafiğe yakalanmamak için metroyla Atatürk Havalimanı'na gidiyorum. Annemle gündelik konuşmamızı yapıyoruz uzun uzun. Sonra "Bu akşam napıyorsun? diye soruyor. "İsviçre'ye gidiyorum, şimdi havalimanındayım." diyorum. Telefonun diğer ucunda kahkahalar. Bir kez olsun "Abarttın artık!" veya "Ne gereği vardı şimdi?" demeyen bir annem olduğu için ne kadar şanslı olduğumu fark ediyorum bir kere daha. 

Ucu ucuna uçağımı yakalıyorum, koltuğuma oturuyorum, yorgunluktan sızıyorum ve az sonra pasaport kontrolden geçip kendimi Özgemin kollarına atıyorum. 

O kadar plansız, o kadar angaryasız, o kadar spontane ve kolay oluyor ki! İsviçre'de olduğuma inanamıyorum. Sanki kalkıp Adana'ya gitmişim gibime geliyor. Bir de saat farkı ve Türkiye'de saatlerin henüz geri alınmamış olması kontenjanından iki saat kardayım; uçağa binmem ile inmem arasında yalnızca bir saat geçmiş gibi oluyor. 

Üstelik de arabanın arka koltuğunda yayılmış, Zürih'ten Baden'e giderken, sevgili damadımız ile hal hatır sorma muhabbetleri yaparken, "Eve gideriz önce değil mi? Dolapta buz gibi bir şişe şampanya seni bekliyor." demezler mi! Ah, nasıl güzel bir cumadır o!

Önce damada ayıp olmasın diye İngilizce başladığımız dedikodu faslı şampanya dibini görüp de, kırmızı şarap kadehlere dolduğunda hemen Türkçeye dönüyor. Dünyayı unutuyoruz, bazen tartışıyormuşuz gibi görünecek hararette, bazen kahkahalar atarak. Sevgili damadımız, bize çaktırmadan birkaç fotoğrafımızı çektikten sonra, uyumaya karar veriyor.


Biz kendimizi Baden sokaklarına atıyoruz. Günlerden cuma ve saat 2:00; ama İstanbul cumalarının curcunasının aksine, Baden'de mekanlar çoktan kapanmaya başlamış. Şehir ölü... "Bu gençler nereye gidiyor, ben hala anlayamadım." diye açıklıyor Özgem. Tek seçeneğimiz Grand Casino Baden.


Barda oturup birkaç bira içip kollu makineleri çevirenleri izledikten ve Özge tuvalete gitmeye çalışırken, aslında kapalı olan ve kimsenin girmemesi gereken bir yere girip, dakikalarca bütün kapıları zorlayıp içeride mahsur kalıp, ardından güvenlik kamerasından izleyen güvenliklerin onu çıkarmasıyla yanıma dönmeyi başardıktan sonra :)) , ertesi gün bizi uzun bir macera beklediği için ayaklanmaya karar veriyoruz. 

Tam kapıdan çıkarken, bir çarkıfelek gözümüze takılıyor, laf olsun diye bir çeviriyorum. En yüksek rakamda duruveriyor. "Yoksa şanslı günümde miyim?" diye şakalaşıyoruz önce. Sonra "Ya gerçekten şanslı günümdeysem?"e geliyor iş ve aynen içeriye geri dönüyoruz. 

20 franklık çip alıyor ve rulet masasının başına geçiyoruz. İnsanların koyduğu yüksek meblağlı çiplerin yanında bizimkiler oldukça gariban, zaten bir süre sonra da sıkılıyoruz ve bütün çiplerimizi yerleştirip hepsini kaybediyoruz. 


Böylelikle çok ama çok zengin bir kadın olma fırsatını bir kere daha kaçırarak sokağa çıktığımda nasıl taşıyacağımı bilmediğim paralar yerine elimde yalnızca pasaportum var. Ve tam o anda fark ediyorum ki, aslında o pasaport bir sürü şeyden daha kıymetli. Onun sayesinde bambaşka ülkelerin sokaklarında geziyorum, harika insanlarla tanışıyorum, sevdiğim insanlarla mükemmel zamanlar geçiriyorum, kendimin hiç bilmediğim yanlarını keşfediyorum, zenginleşiyorum. 

Ve belki de şu vize angaryaları olmasa, uçak piyasasında rekabetler daha da artıp fiyatlar düşse, hepimiz çok daha mutlu ve hayatından tatmin insanlar olabiliriz.


06 Kasım 2015

Bir çay daha ısmarlıyorum. Saatime bakıyorum. Zamanım az. Bununla birlikte onu savurganca harcıyorum.*

Mevsim geçişi midir, hormonlar mıdır, ülkede umutsuzluğa kapılmamıza neden olaylar mıdır, gezegenlerin astrolojik etkileri midir, umursamadığımı sanıp üstünde durmadığım minik şeylerin topluca omuzuma yüklenmesi midir, yakın gelecekte alışageldiğim düzenimde bir takım değişiklikler olacak olmasının yarattığı belirsizlik midir nedir gerçekten bilmiyorum. 

Belki hepsinin bir araya gelmesidir kimbilir...

Sebebini bilmesem de sonucunu biliyorum: O minik şeylerden zevk alma ve anları yakalama yeteneğimi, kendi kendimle dalga geçme özgüvenimi, bitmeyen yaşam coşkumu kaybediverdim.





Yatağa yatmasıyla uyuması arasındaki süre hiçbir zaman bir dakikayı geçmeyen ben, geceleri yatakta dönüp duran huzursuz bir kadına dönüştüm. Aynada gördüğüm kadın karşısında her gün "Amanın böyle trip atan, homurdanan, daha az coşkulu ve enerjili bir kadın mı olacağım bundan sonra?" diye panik ataklar geçirdim.


Kendimin bu halinden nefret ettim, eleştirdiğim tavırlar sergiledim ve bunun sebebini ararken, etrafımdaki sevdiğim pek çok insana fevri çıkışlar yaptım, karıştım, dalgalandım, duruldum, tekrar dalgalandım.




İçimden üstüme çirkin kıyafetler geçirip kendimi eve kapatmak geldi; ama yapmam gereken şeyler olduğundan ve o ruh halini kendime yakıştıramadığımdan hiçbir şey olmamış gibi gezmeye, seyahat etmeye, dışarı çıkmaya, çalışmaya devam ettim.


Harika anlar yaşadım;  ama o "bir şey" eksikti, kaybolmuştu. Bir sürü şey keşfetmeme, okumama, seyahate çıkmama rağmen hiç yazamadım. Yıllardır ilk defa içimden bu blogun başına oturmak gelmedi. Üstelik bu blog bana yıllardır, aksine olağanüstü bir yaşama motivasyonu sağlıyordu.

Zaman ısrafı olarak gördüğüm şeyler yaptım; yatağa daha erken girdim, hiç bir şey yapmadan müzik dinleyip tavanı izledim, yarısından çoğu reklam kadın dergileri karıştırdım, çok da önemli olmayan şeyler hakkında saatlerce düşündüm. Aslında iyi geldi, belki çok yorulmuşum da farkında değilmişim.





Sonra bir gün adliyede duruşma beklerken,  işimi aslında içten içe ne kadar sevdiğimi fark ettim. O anda fark ettiğim ikinci şey de kahvaltı etmediğim için midemin kazındığı oldu. Kendimi adliyenin arkasındaki Starbucksa attım, kahvemi içerken gözüme vuran güneşi sevdim, ayaklarıma sürtünen harika tüylü sokak köpeğini okşadım. Kalktığımda o his geri gelmişti.





Akşam, son dönemdeki fevri çıkışlarımdan ve triplerimden nasibine düşeni bolca alan O'nunla telefonda konuşurken, "Dün çok pis göt ettin beni" diyip kendi halime dalga geçip kahkahalar atarken emin oldum, bitmişti o buhran dönemim. O bile "Bir insan nasıl bu kadar hızlı değişebilir inanamıyorum. Dünkü halinle alakan yok. Kafan mı güzel?" diye takıldı. Yine güldüm. Yok dedim. Aslında güzeldi,ama alkolden değil, kendimden.




Belki de mutlu veya mutsuz olmuyoruz. Yalnızca bazen, önceden gülüp geçtiğimiz şeyler, bize bazen batmaya başlıyor, idare edemez hale geliyoruz.


İçimizden gelmediğinde, idare edemediğimizde çekilebilmemiz lazım belki de, "bana müsade" diyebilmemiz;

Depresifleşmeden, hayattan vazgeçmeden, yalnızca kendimizdeki değişikliği gözlemleyebileceğimiz biçimde kendi kabuğumuza çekilmemiz;

Sırf öyle denk geldiği için yapmaya devam etmek yerine, bir durmamız, ölçüp biçmemiz, hayatımızdaki her şeyi gözden geçirmemiz, gerçekten istediklerimizi, tastamam içimize sinmese de stratejik biçimde veya sadece içmizden gelen ses öyle dediği için hayatımızda kalması gerekenleri ve tamamen çıkması gerekenleri ayrıştırmamız, bilinçli biçimde devam etmemiz lazım. 


Yani belki de içimize sine sine yaşamaya devam edebilmek için, arada bir durup hayatımıza geriden bakıp bir ölçüp biçmemiz; iç dünyamız isyan ettiğinde bir mola vermemiz lazım bazen.



Sonuçta her şeye rağmen harika mekanlar, harika insanlar, yapılacak harika şeyler var bu şehirde. Sevecek, heyecanlanacak ve motive edecek çok sebep, hayalini kurmaya değer çok şey...

O yüzden ne olursa olsun, güzel hisleri kovalamaktan vazgeçmeden kalın! Bir kere daha çok net biçimde anladım ki, aslında somut olup bitenler değil, onları nasıl algılayacak ruh halinde olduğumuz bütün mesele. İnsanın ruh hali güzelse, o adam varmış yokmuş, o insan bunu demiş, şu kadar parası kalmış, bu kadar kilo almış, iş stresliymiş değilmiş vız geliyor trıs gidiyor. Ruh hali kötüyse de tam tersine pireler deve oluyor.

Ben bu haftasonu bir İsviçre'ye kadar gidip geliyorum. Dağlarda saçlarımı iki yandan örüp Heidi olacağım. Takip etmek isterseniz instagrama buyrun. Sonra onlarca yazıyla burayı bombalayacağımdan şüpheniz olmasın!

İç dünyanızı besleyerek, neşeyle kalın. Sevgiler...


Dip Not: Başlıktaki söz Anais Nin'dendir. 

26 Ekim 2015

Geçen haftadan notlar: Arada bir rahat batsın, dört yanımız tavernalar, iki çalkala rahatlarsın

İstanbul'u özlemişim.
Trafiğini ve kalabalığını değil elbette, senin enerjin olduğu sürece sonsuz plan sunmasını...

Hani aylardır İstanbul'dan uzaktaymışım gibi oldu bunları yazınca. Buralardaydım aslında. Diğer yandan çok uzun zamandır haftasonlarını İstanbul'da geçirmiyordum. Cuma akşamı soluğu havalimanında alıp, denize, tatile, annemin veya babamın evine kaçıp duruyordum. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımı, mantığı geride bırakacak kadar içmeyi, tamamen spontane hareketleri, "oraya mı gitsek buraya mı gitsek, siz neredesiniz" whatsuplaşmalarını, kahkahaları, avaz avaz şarkı söylemeleri, kütük gibi uyuyakalmaları, dağılmış halde uyanıp sabah kahvemi içerken telefonda bir önceki geceden kalan videoları izlerken kikirdemeyi özlemişim. 



Pazartesi günü işten çıktıktan sonra, haftasonunun yorgunluğuna vücudumu teslim ediyorum. Kendime güzel bir sıcak çikolata hazırlıyorum, hala gitmediğim bienalin kitapçığını alıp battaniyemin altına kıvrılıyorum. 



Miskinlik yaparken, O arıyor, "Aşağı inmeye ne dersin?" diye soruyor. O beni aradığı anda, miskinliğimin yok olmasına bayılıyorum. Hızlıca ertesi gün işte giyeceğim kıyafetleri çantama doldurup, üstüme bir şeyler geçirip, koşa koşa merdivenlerden iniyorum. Yalnızca iki gün görmediğin birini çok uzun zamandır görmemişsin gibi özleyebilmek ne kadar güzel bir şey, diye düşünüyorum, arabada yanındaki koltuğa mutlulukla yerleşirken. Böyle güzel hisleri hep koruyabilmenin bir yolu olsa keşke...



Salı günü,  İstanbul'u özlemiş olmamla oldukça ironik bir biçimde, kampanya biletlerine karşı koyamayarak annemle bana birer Berlin bileti alıyorum. Geçen sene Almanya'da Vestfalya Eyaleti'ndeki yılbaşı pazarlarını keşfederken o kadar keyif almıştık ki, bu sene de aynı dönem Berlin'dekilerde sıcak şarapları ve sosisleri yuvarlayarak bir haftasonu geçirmenin harika olacağını düşünüyorum. 

Akşam için aklımızda Oh Land konseri var. Bir haftadır yogitamla bu konsere bilet bulabilmek için uğraşıyoruz. Bir yandan İstanbul'daki etkinliklerin bu kadar ilgi görmesinden ve biletlerin tükenmesinden çok mutluyum. Böylelikle her geçen gün daha fazla konser mekanımız oluyor, daha fazla alternatif tiyatro açılıyor, her hafta harika etkinlikler yapılıyor... Diğer yandan da bencilce bundan rahatsızım; çünkü spontane hareket etmek imkansız hale geliyor. Bir etkinliğin biletleri satışa açıldığında, o tarihte İstanbul'da olup olmayacağımı bile bilmiyorum. Gitmeye karar verdiğimde de biletler tükenmiş oluyor. Bilet almak için Biletix'in sayfasına girip de "Satın Al" butonu yerine "Diğer satın alma opsiyonları" yazısını görmek son dönemde gelişen fobilerimden biri. :)

Oh Land'e bilet bulmak için denediğimiz bütün kanallar boşa çıkmış durumda, akşam gidip kapıdan bilet bulmayı deneyelim mi, yoksa direk başka bir plan mı yapalım, karar vermeye çalışırken, müjdeli havadis geliyor: Davetiyelerimiz kapıda bizi bekliyor!



Akşam Bomonti Bira Fabrikası'nın içindeki yeni Babylon'a gidiyoruz. Henüz içerideki tüm mekanlar açılmamış olsa da, harika bir etkinlik alanına dönüşüyor burası, keyifle ve merakla takip ediyoruz. Ve o gece Oh Land, harika bir performans sergiliyor. Çıktığımızda dilimizde şarkılar, aklımızda solistin hamile göbeği ile ne kadar tatlı olduğu...(Konserden videolar için tık ve tık!)



Konserden sonra, eve gelip duş alıp, ertesi gün giyeceklerimi ütüleyip hemen yola çıkıyorum. Çarşamba gününün ilk saatlerinde, istikametim Yenişehir Adliyesi. Tarihte Osmanlı'nın ilk başkenti olan Yenişehir, güncel durumda da Bursa Havalimanı burada olduğu için oldukça popüler bir ilçe. Gezilecek pek fazla şey yok, en temel turistik noktası Saat Kulesi'nin bulunduğu meydan. Bu kuledeki iki çandan birinin Rum Mahallesi'ndeki kiliseden, diğerinin ise İnegöl'ün Kurşunlu Köyü'ndeki kilisiden getirilmiş olması ve bugün de Yenişehir Belediyesi'nin sembolü olması bence oldukça enteresan.




İşim bittiğinde uykusuzluktan bayılmak üzereyim; ama iskender yemeden Bursa'dan dönmeyi düşünemeyeceğim için, İstanbul'a dönüş yoluna geçmeden önce Uludağ Kebapçısı'na uğramayı ihmal etmiyorum. İstanbul'a geldiğim gibi de baygın biçimde uykuya dalıyorum.

Bir önceki uykusuz ve uzun yollar katettiğim günün ardından, Perşembe günü ofiste beni en sevdiğim soğuk kahvelerle dolu bir paket bekliyor. O kadar harika bir zamanda o kadar iyi geliyor ki, günümü kurtarıyorlar.



İş çıkışı pilatese gittikten sonra, marketten kendime tembelce ziyafet çekebileceğim yiyecekler alıp, karnımı doyuruyorum. 



Duştan sonra, nar yağına bulanıyorum ve oldukça renkli bir kadınla tanışmak için evden çıkıyorum. Beşiktaş Çarşı'daki Şair Leyla'ya oturuyoruz. İlişki yaşadığı kadından "Hiçbir şüphem yok ki, o benim hayatımın kadını." diye bahsediyor. Bugüne kadar ben hiçbir kız arkadaşımdan bir erkek hakkında böyle bir cümle duymadım. İnanamıyorum. "Nasıl emin olabilirsin ki?" diye soruyorum. "Hissediyorum ve biliyorum. Eminim." diyor, bir saniye dahi tereddüte düşmeden. "Onu ömrümün sonuna kadar bırakmayacağım." Tam derin düşüncelere dalmak üzereyim, acaba biz heteroseksüellere bahşedilmeyen bir yetenek mi bu diye. O sırada, tatatadam, bir tepsi dolusu ikram shot önümüze diziliyor. İşletmecileri eski Parantez ekibiymiş, zamanında sevgili Özge ile bizim her gün ama her gün gittiğimiz mekan. Eski Asmalımescit günlerinden bahsederken, ertesi gün çalışacağım için eve gitme saatim geliyor. Eve yürürken O'nu arıyorum, "Geyik yapasım geldi." diyorum, "Doğru adres" diyor. Dakikalarca gülüşerek laflıyoruz, mutlu mutlu yatıyorum yatağa, ertesi gün en sevdiğim gün: cuma.


Cuma günü, ofis krizli bir gün yaşıyor. Ofisten çıktığımda, öyle bir yağmur yağıyor ki, taksi bulmaya imkan yok. Elimde şemsiye olmasına rağmen, metroya yürürken ve metrodan eve yürürken, kelimenin tam manasıyla donuma kadar ıslanıyorum. O akşam için yogitam ve İsviçre'ye gelin verdiğimiz Özgem ile yemek ve dans şeklinde planlarımız var; ama hava o kadar fena ki, her şey yalan oluyor. 

Saat 20:00'de Özge yazıyor, ben "Şair Leyla'ya geldim." Yağmur hızını hiç düşürmeden yağmaya devam ediyor. O yüzden ev çok davetkar, "dışarıya çıkma, çıkma benimle kal." dercesine. Düşünüyorum, taksi bulmakla uğraşmadan gidebileceğim, çok şık olmamı gerektirmeyen bir yer, evde oturmak yerine, birkaç gün sonra İsviçre'ye geri dönecek Özge ile birkaç bira içmek daha iyi. Gidiyorum. Ev rahatlığında kokteyllerimizi yudumlayıp, çalan müziklere müdahale ederken, önce sevgili Sino bize katılıyor, ardından O geliyor. "Kadın prenses, erkek patron olmalı mı?" konusu etrafında muhabbet o kadar komik ve tatlı akıyor ki, O'nun ilk defa benim arkadaşlarımla bir araya gelmesi nedeniyle değil gerginlik yaşamak, bunun farkına bile ertesi gün varıyorum ben. 



Cumartesi sabahı uyanınca, Sino'yu işe uğurladıktan sonra Beşiktaş'a iniyoruz. Kahvaltıcılar Sokağı'na gidip, BiKahvaltı'ya oturuyoruz. Serpme kahvaltı, menemen, pişi, bal kaymak derken dolu dolu bir soframız oluyor. O anda fark ediyorum ne kadar uzun zamandır böyle donanmış bir kahvaltı sofrasında oturmamış olduğumu...  Kahvaltılarım bir süredir hep müsli ve tosttan ibaret oluyordu ve her seferinde bir şeye yetişmek için alelacele mideye indiriyordum. Bulunduğumuz mekan öğrenci mekanı sayılabilecek bir yer. Ne harika bir manzaraya bakıyor, ne inanılmaz bir dekorasyonu var. Diğer yandan, önümdeki sofra harika görünüyor, her şey lezzetli, bir yere yetişme telaşımız yok, karşımda hem O, hem de Özge oturuyor. O kadar mutluyum ki!  "Hızlı değil, hazlı hayat Sezen, unutma bunu lütfen, arada hatırla." diyorum kendime içten içe. 

O'nunla da uzun zamandır ilk defa saat limitimiz olmayan bir anı paylaşıyoruz. Kahvaltıdan sonra önce kitapçıları geziyoruz. Bana bir kitap hediye ediyor, ilk sayfasına harika bir not yazarak. Sonra da beni Deniz Müzesi'ne götürüyor. Burnumun ucunda, defalarca önünden geçtiğim bu müzeye daha önce hiç girmemiştim. Bina da çok güzel, sergilenen kayıklar da şatafatları ile büyüleyici. Elimde harika kitabım, deniz müzesini gezmiş olarak evin merdivenlerini çıkarken, O'na neden bu kadar bayıldığımı bir kere daha hatırlıyorum.




Akşam önce inanılmaz tatlı avukatların Fransız Sokağı'ndaki ofislerinde partiye gidiyoruz, ardından da Hayal Kahvesi'ne Ceylan Ertem Sezen Aksu Tribute konserine... Yine gitmeye niyetlenip bilet bulamadığımız konserlerden biriydi bu. Harika bir jest ile kapıdaki davetli listesine adımız yazdırılmış olmasa, tek kelimeyle bayıldığımız bu konserden mahrum kalacaktık. Avaz avaz bütün şarkılara eşlik ettikten sonra, Taksim'in kalabalığından bunalıp, bizi Nişantaşı'na götürmeyi reddeden üç ayrı taksici ile kavga edip, sonunda Uber kullanarak Spago'ya gidiyoruz. Lezzetli kokteyl, iyi ortam ve harika servis konusunda hiç yanıltmayan ve her gittiğimde keyifli zaman geçirdiğim bir mekan olarak, hayat kurtarıcım. 

Pandora's Box'ımı yudumlarken, bir müvekkilimle karşılaşmam oldukça eğlenceli oluyor; ama gecenin geri kalanında aynı ortamda olmaları bile benim açımdan çok garip iki arkadaşımla epey eğlendiğimizi düşünürsek, bu hiç bir şey. Eve sabah 6:00'da geliyorum.

Pazar günü, İstanbul'a dönen babamla görüşmenin dışında tek yaptığım şey temizlik ve uyumak. Bazı haftalar çok güzel geçer, bu da onlardan biri oluyor. Umarım başlayan hafta da aynı güzellikte olur.



Keyifle kalın!

Pinterest'im

Instagram'ım