Geçen hafta büyük bir şevkle Sosyal Medya Hukuku Konferansı'na gittim.
Sosyal medya ve hukukun birlikte anılıyor olması benim açımda çok cazip.
Ben bir avukatım.
Diğer yandan genel algıyla çelişir bir biçimde eğlenceli ve keyifli bir hayat yaşıyorum. Üstelik yaşadığım yetmiyormuş gibi bunu bir de insanların gözüne sokuyorum.
Ne yalan söyleyeyim buna da bayılıyorum. Hayatımın en büyük amacı da çalışmanın, hayattan keyif almaya engel olmadığını ispatlamak.
Amerika'da filan bir CEO'nun Facebook profilinde çılgın bir sosyal hayat yaşadığı ile karşılaşınca insanlar bunu çok "cool" buluyor.
Türkiye'de öyle değil.
Hatta tam tersi! Hayatımda 9:00- 19:00 ofiste çalışıp, üstüne yüksek lisans derslerine gittiğim dönemde, yani toplamda günümün yarısından fazlasını hukuka ayırdığım zamanlarda bile, bu blogu yazıyorum diye "az çalışıyor" olduğum gibi bir izlenim oluşuyordu insanlarda.
Böyle düşünenlere şunu hiçbir zaman anlatamadım: "Bakın olay çok basit aslında. Siz akşam 21:00 ile 24:00 arası göbeğinizi kaşıya kaşıya televizyon karşısında hiç bir şey yapmadan zamanınızı geçirirken ve nereden baksanız en az sekiz saat uyurken veya şehrin bir ucunda yaşadığınız için günün en az üç saatini trafikte geçirirken, ben bunların hiç birini yapmadığım için benim günüm sizinkinden en az beş saat daha uzun."
Ukala ukala ne kadar harikayım demeye çalışmıyorum yanlış anlaşılmasın. Doğrusu yanlışı yok bu işin, bu tercih ve yapı meselesi. Kimisi havalı restoranlara gitmek yerine, banka hesabındaki miktar artınca mutlu oluyor. Sergi gezerken çok sıkılırken, reklamlarla üç saati geçen dizileri izlemekten keyif alıyor.
Bense keşfetmeye bayılıyorum ve aynı şeyleri yapıp durduğumda bunalıma giriyorum. Ve hayatımı daha renkli, daha dolu bir hale getirmek için de gerekirse uykumu bile feda ediyorum.
Çok para sahibi olayım, banka hesaplarım uçsun, bir sürü evim olsun gibi ideallerim de olmadı hiçbir zaman. Harika yemekler yiyebildiğim, güzel seyahatler yapabildiğim, istediğim her konsere gidebildiğim sürece zengin hissediyorum ben kendimi.
Bunu yapan daha yüzlerce insan var, böyle yaşayan. Hatta bunun çok ötesinde, sadece İstanbul ile sınırlı değil, her hafta sonu bir lezzetin peşinden yüzlerce kilometre yol tepen insanlar da var. Sadece onlar paylaşmıyor. "Ciddi" imajlarına zarar vermekten korkuyorlar.
Benim böyle bir korkum hiçbir zaman olmadı. Ben hep çok sevdim, açmayı, göstermeyi, anlatmayı. Kendi arkadaş çevrem ile de sınırlı kalmadan. Bu blog aracılığı ile hiç tanımadığım insanlara bile...
Bir dönem kısa bir dijital reklam ajans geçmişim olması bir yana, bu gün pinterest, twitter, instagram, facebook, blog hepsini oldukça aktif olarak ve severek kullanıyorum.
Aşinayım yani sosyal medya denilen şeye, bu yüzden büyük bir şevkle Sosyal Medya Hukuku konferansının yolunu tuttum.
Avukatların büyük ölçüde sosyal medyaya 'öcü' muamelesi yaptığını görmek de, konferansta hukuki yanından ziyade 'Nasıl kullanalım' ve 'Geleceği ne olacak bu sosyal medyanın?' yönünde sorular sormaları da beni oldukça hayal kırıklığına uğrattı. Sosyal medya konulu bir konferansta sunum yapan Melih Kırlıdağ'ın sosyal medya kullanmadığını açıklaması ve Gabriella Olaru'nun avukatlara "Gerçek dünyada koşulsuz ifade özgürlüğü sağlarsak, online mecrada da sağlarız" yönündeki hukukun temel ilkelerine aykırı (Hukuk sadece belli koşullarda ifade özgürlüğünü korur, koşulsuz bir ifade özgürlüğü, zira başkalarının temel haklarına zarar verir.) bir sunum yapması, üstelik bu slaytının da saatlerce ekranda kalması çok büyük potlardı.
Diğer yandan, Serdar Kuzuoğlu'nun açılış konuşması muhteşemdi, Su Sonkan'ın sunumu çok havalıydı ve özellikle hukuki açıdan yaklaşan tek sunum olan İsmail Onaran'ın sosyal medya aracılığı ile yapılacak önlemlere karşı hangi merciilere, hangi kanuna dayanarak, nasıl müracaat yapılması gerektiği ve verilen tedbirlerin nasıl engellenebileceği yönündeki konuşması gerçekten çok verimli oldu.
Genel hatları ile konferansın dinleyicilerinin sosyal medyaya bu kadar karşı olmasının sebebinin "özel hayatın gizliliği" olduğunu gözlemledim. Herkes özel hayatını gizleme derdine düşmüş.
Diğer yandan şöyle de bir gerçek var, eskiden hava kararınca perdeler örtülür, ne yediğini anlatmak bile ayıp sayılır, fotoğraflar albümler içinde evin bir köşesinde tutulurmuş. Bizim kuşağımızda bu büyük ölçüde değişti. Yediklerimizi #foodporn diye etiketleyerek paylaşıyoruz, fotoğraflarımızı Facebook'a yükleyip, fotoğraflardaki arkadaşlarımızı tagliyoruz, nerede olduğumuzu Foursquare'den check-in yaparak paylaşıyoruz. Ben de bu kuşağın mensubu olduğumdan, bu özel hayatın gizliliği paniğini anlayamıyorum.
Zira Gökhan Ahi de, bu durumu harika bir şekilde özetleyerek hem profilleme yaparak, size kişiye özel hizmet sunulmasının faydalarını kullanıp, hem de özel hayatın kişisel bilgilerin derdine düşmenin çelişkisini dile getirdi.
Tuğrul Sevim de, aslında hayatımızın değil yalnızca araçların değiştiğini söyledi. Maç izlerken, haber izlerken birine küfrettiğimizde hiçbir şey olmuyorken, şimdi bunu sosyal medya üzerinden yaptığımızda hakkımızda bir hukuki süreç başladığını vurguladı. Bunun sebebi olarak da sosyal medyanın paylaşım mı, yoksa medya aracı mı olduğunun netleştirilmemesini gösterdi.
Bütün bu anlattıklarım hiç ilginizi çekmediyse bile, Serdar Kuzuoğlu'nun sunumunda dile getirdiği bazı konuları o kadar enteresan buldum ki, oturdum araştırdım. Gerçekten boşanacağınızı veya hamile olduğunuzu sizden önce öngören kurumlar var ve üstelik ne medyum, ne de falcılar. Nasıl mı?
Bugün pek çok harcamamızı kredi kartımız ile yapıyoruz. Ben uçak biletlerimi, elektrik faturalarımı, kıyafet alışverişlerimi, market harcamalarımı, kitaplarımı ve daha akla gelebilecek her şeyi kredi kartım ile ödüyorum örneğin. Bankalar "Bize ne aldığını gösterirsen, biz sana senin kim olduğunu, senin kendi bildiğinden bile daha iyi söyleyebiliriz." diyorlar. Size abartılı mı geliyor?
Visa ve Mastercard gibi kurumların, %98 oranında doğru olmak üzere, en az iki yıl öncesinden boşanma yolunda gittiğinizi tespit edebildiği görülmüş. Normal alışkanlıklarınızdaki ve harcamalarınızdaki değişimleri gözlemleyerek, bu fikri siz daha somutlaştırmadan onlar öngörebiliyorlar.
Daha sonra özel hayata müdahale sebebiyle başlatılan hukuki süreçler sonucunda, "Biz kimsenin özel hayatı ve evliliği ile ilgilenmiyoruz, sadece kartlarını ödeyip ödeyemeyeceklerini anlamaya çalışıyoruz" açıklaması yaparak, somut verilerin silinmesini sağlamışlar.
Bir kaç eğlenceli genellemeye bakmak isterseniz: Dans etmeyi sevenlerin Mac almaya daha meyilli olduğu, Susam Sokağı'ndaki Kont'u sevenlerin marijuananın yasal olmasını desteklediği, buldog besleyenler çoğunlukla The Shawshank Redemption fanı ve uçakta koridor kenarında oturmayı tercih edenler kendilerine diğer insanlarda daha çok para harcadığı görülüyormuş.
Bir de bildiğiniz gibi kredi kartı dışında sadakat kartı olarak da adlandırılan mağaza kartları mevcut. Onlar nerede ne kadar harcadığınız gibi genel bir veriyi değil, onlardan tam olarak ne aldığınızın verilerini arşivliyorlar. Target adlı marketler zinciri de, sizin ne aldığınıza bakarak hayatınızdaki önemli değişimleri anlayabiliyormuş.
Amerika'da yaşanan bir olayda, bir baba kızına hamilelikle ilgili gelen indirim kuponları üzerine Target'a kızının daha bir lise öğrencisi olduğunu dile getirerek, Target'ı hamileliği teşvik etmekle suçluyor. Bunun üzerine, Target veri sistemine göre hareket ettiklerini açıklıyor.
Listelerindeki 25 ürüne yönelen kişilerin hamile olma ihtimalini değerlendirmeye başlıyor, daha sonra yine bazı ürünlerin alınmasına göre hamileliğin kaçıncı evresinde olduğunuzu anlayabiliyorlarmış. Örneğin hamileliğin üçüncü ayında kadınlar daha önce kullandıkları kremler yerine kokusuz kremlere yöneliyorlarmış, aynı şekilde bir anda ekstra büyük paket pamukları ve el havlularını daha çok almaya başlamak da doğumun yaklaştığının habercisi oluyormuş.
Örneğin 23 yaşında Atlanta'da yaşayan bir müşterinin aynı alışverişte aldığı krem, büyük çanta ve demir magnezyum destekleyici vitamin, diğer veriler ile birlikte değerlendirildiğinde, %87 olasılıkla hamile olduğunu ve Ağustos ayında doğum yapacağını ortaya koyuyormuş.
İlgili sürecin sonunda, Target'in değerlendirmesinin doğru olduğu, kızın gerçekten hamile olup da babasından gizlediği anlaşılıyor.
Demeye çalıştığım şu ki, sosyal medya kullanıp kullanmamak bir tercih meselesi elbette. Ama bu ilk çıktığında kredi kartlarına da cep telefonuna da önyargıyla yaklaşmakla aynı tavır. Kimse kullanmak zorunda değil. Fakat bugün piyasada var olmak için iş anlamında sosyal medyayı kullanmak şart ve siz özel hayatınızda kullanmıyorsanız buna o kadar uzak kalıyorsunuz ki şirketiniz için kullanmaya kalktığınızda da çuvallıyorsunuz.
Zaten muhtemelen özel hayatınızda gizlenmesi gereken veya kimsenin ilgisini çekecek fazla bir şey zaten yok; ama yine de "özel hayatım da özel hayatım" diyorsanız, sosyal medyaya düşman olmadan önce, kredi kartlarınız ile vedalaşmaya başlayın. :)
Konuyla ilgili göz attığım makalelerin bazıları için 1 , 2, 3
Sosyal medya ve hukukun birlikte anılıyor olması benim açımda çok cazip.
Ben bir avukatım.
Diğer yandan genel algıyla çelişir bir biçimde eğlenceli ve keyifli bir hayat yaşıyorum. Üstelik yaşadığım yetmiyormuş gibi bunu bir de insanların gözüne sokuyorum.
Ne yalan söyleyeyim buna da bayılıyorum. Hayatımın en büyük amacı da çalışmanın, hayattan keyif almaya engel olmadığını ispatlamak.
Amerika'da filan bir CEO'nun Facebook profilinde çılgın bir sosyal hayat yaşadığı ile karşılaşınca insanlar bunu çok "cool" buluyor.
Türkiye'de öyle değil.
Hatta tam tersi! Hayatımda 9:00- 19:00 ofiste çalışıp, üstüne yüksek lisans derslerine gittiğim dönemde, yani toplamda günümün yarısından fazlasını hukuka ayırdığım zamanlarda bile, bu blogu yazıyorum diye "az çalışıyor" olduğum gibi bir izlenim oluşuyordu insanlarda.
Böyle düşünenlere şunu hiçbir zaman anlatamadım: "Bakın olay çok basit aslında. Siz akşam 21:00 ile 24:00 arası göbeğinizi kaşıya kaşıya televizyon karşısında hiç bir şey yapmadan zamanınızı geçirirken ve nereden baksanız en az sekiz saat uyurken veya şehrin bir ucunda yaşadığınız için günün en az üç saatini trafikte geçirirken, ben bunların hiç birini yapmadığım için benim günüm sizinkinden en az beş saat daha uzun."
Ukala ukala ne kadar harikayım demeye çalışmıyorum yanlış anlaşılmasın. Doğrusu yanlışı yok bu işin, bu tercih ve yapı meselesi. Kimisi havalı restoranlara gitmek yerine, banka hesabındaki miktar artınca mutlu oluyor. Sergi gezerken çok sıkılırken, reklamlarla üç saati geçen dizileri izlemekten keyif alıyor.
Bense keşfetmeye bayılıyorum ve aynı şeyleri yapıp durduğumda bunalıma giriyorum. Ve hayatımı daha renkli, daha dolu bir hale getirmek için de gerekirse uykumu bile feda ediyorum.
Çok para sahibi olayım, banka hesaplarım uçsun, bir sürü evim olsun gibi ideallerim de olmadı hiçbir zaman. Harika yemekler yiyebildiğim, güzel seyahatler yapabildiğim, istediğim her konsere gidebildiğim sürece zengin hissediyorum ben kendimi.
Bunu yapan daha yüzlerce insan var, böyle yaşayan. Hatta bunun çok ötesinde, sadece İstanbul ile sınırlı değil, her hafta sonu bir lezzetin peşinden yüzlerce kilometre yol tepen insanlar da var. Sadece onlar paylaşmıyor. "Ciddi" imajlarına zarar vermekten korkuyorlar.
Benim böyle bir korkum hiçbir zaman olmadı. Ben hep çok sevdim, açmayı, göstermeyi, anlatmayı. Kendi arkadaş çevrem ile de sınırlı kalmadan. Bu blog aracılığı ile hiç tanımadığım insanlara bile...
Bir dönem kısa bir dijital reklam ajans geçmişim olması bir yana, bu gün pinterest, twitter, instagram, facebook, blog hepsini oldukça aktif olarak ve severek kullanıyorum.
Aşinayım yani sosyal medya denilen şeye, bu yüzden büyük bir şevkle Sosyal Medya Hukuku konferansının yolunu tuttum.
Avukatların büyük ölçüde sosyal medyaya 'öcü' muamelesi yaptığını görmek de, konferansta hukuki yanından ziyade 'Nasıl kullanalım' ve 'Geleceği ne olacak bu sosyal medyanın?' yönünde sorular sormaları da beni oldukça hayal kırıklığına uğrattı. Sosyal medya konulu bir konferansta sunum yapan Melih Kırlıdağ'ın sosyal medya kullanmadığını açıklaması ve Gabriella Olaru'nun avukatlara "Gerçek dünyada koşulsuz ifade özgürlüğü sağlarsak, online mecrada da sağlarız" yönündeki hukukun temel ilkelerine aykırı (Hukuk sadece belli koşullarda ifade özgürlüğünü korur, koşulsuz bir ifade özgürlüğü, zira başkalarının temel haklarına zarar verir.) bir sunum yapması, üstelik bu slaytının da saatlerce ekranda kalması çok büyük potlardı.
Diğer yandan, Serdar Kuzuoğlu'nun açılış konuşması muhteşemdi, Su Sonkan'ın sunumu çok havalıydı ve özellikle hukuki açıdan yaklaşan tek sunum olan İsmail Onaran'ın sosyal medya aracılığı ile yapılacak önlemlere karşı hangi merciilere, hangi kanuna dayanarak, nasıl müracaat yapılması gerektiği ve verilen tedbirlerin nasıl engellenebileceği yönündeki konuşması gerçekten çok verimli oldu.
Genel hatları ile konferansın dinleyicilerinin sosyal medyaya bu kadar karşı olmasının sebebinin "özel hayatın gizliliği" olduğunu gözlemledim. Herkes özel hayatını gizleme derdine düşmüş.
Diğer yandan şöyle de bir gerçek var, eskiden hava kararınca perdeler örtülür, ne yediğini anlatmak bile ayıp sayılır, fotoğraflar albümler içinde evin bir köşesinde tutulurmuş. Bizim kuşağımızda bu büyük ölçüde değişti. Yediklerimizi #foodporn diye etiketleyerek paylaşıyoruz, fotoğraflarımızı Facebook'a yükleyip, fotoğraflardaki arkadaşlarımızı tagliyoruz, nerede olduğumuzu Foursquare'den check-in yaparak paylaşıyoruz. Ben de bu kuşağın mensubu olduğumdan, bu özel hayatın gizliliği paniğini anlayamıyorum.
Zira Gökhan Ahi de, bu durumu harika bir şekilde özetleyerek hem profilleme yaparak, size kişiye özel hizmet sunulmasının faydalarını kullanıp, hem de özel hayatın kişisel bilgilerin derdine düşmenin çelişkisini dile getirdi.
Tuğrul Sevim de, aslında hayatımızın değil yalnızca araçların değiştiğini söyledi. Maç izlerken, haber izlerken birine küfrettiğimizde hiçbir şey olmuyorken, şimdi bunu sosyal medya üzerinden yaptığımızda hakkımızda bir hukuki süreç başladığını vurguladı. Bunun sebebi olarak da sosyal medyanın paylaşım mı, yoksa medya aracı mı olduğunun netleştirilmemesini gösterdi.
Bütün bu anlattıklarım hiç ilginizi çekmediyse bile, Serdar Kuzuoğlu'nun sunumunda dile getirdiği bazı konuları o kadar enteresan buldum ki, oturdum araştırdım. Gerçekten boşanacağınızı veya hamile olduğunuzu sizden önce öngören kurumlar var ve üstelik ne medyum, ne de falcılar. Nasıl mı?
Bugün pek çok harcamamızı kredi kartımız ile yapıyoruz. Ben uçak biletlerimi, elektrik faturalarımı, kıyafet alışverişlerimi, market harcamalarımı, kitaplarımı ve daha akla gelebilecek her şeyi kredi kartım ile ödüyorum örneğin. Bankalar "Bize ne aldığını gösterirsen, biz sana senin kim olduğunu, senin kendi bildiğinden bile daha iyi söyleyebiliriz." diyorlar. Size abartılı mı geliyor?
Visa ve Mastercard gibi kurumların, %98 oranında doğru olmak üzere, en az iki yıl öncesinden boşanma yolunda gittiğinizi tespit edebildiği görülmüş. Normal alışkanlıklarınızdaki ve harcamalarınızdaki değişimleri gözlemleyerek, bu fikri siz daha somutlaştırmadan onlar öngörebiliyorlar.
Daha sonra özel hayata müdahale sebebiyle başlatılan hukuki süreçler sonucunda, "Biz kimsenin özel hayatı ve evliliği ile ilgilenmiyoruz, sadece kartlarını ödeyip ödeyemeyeceklerini anlamaya çalışıyoruz" açıklaması yaparak, somut verilerin silinmesini sağlamışlar.
Bir kaç eğlenceli genellemeye bakmak isterseniz: Dans etmeyi sevenlerin Mac almaya daha meyilli olduğu, Susam Sokağı'ndaki Kont'u sevenlerin marijuananın yasal olmasını desteklediği, buldog besleyenler çoğunlukla The Shawshank Redemption fanı ve uçakta koridor kenarında oturmayı tercih edenler kendilerine diğer insanlarda daha çok para harcadığı görülüyormuş.
Bir de bildiğiniz gibi kredi kartı dışında sadakat kartı olarak da adlandırılan mağaza kartları mevcut. Onlar nerede ne kadar harcadığınız gibi genel bir veriyi değil, onlardan tam olarak ne aldığınızın verilerini arşivliyorlar. Target adlı marketler zinciri de, sizin ne aldığınıza bakarak hayatınızdaki önemli değişimleri anlayabiliyormuş.
Amerika'da yaşanan bir olayda, bir baba kızına hamilelikle ilgili gelen indirim kuponları üzerine Target'a kızının daha bir lise öğrencisi olduğunu dile getirerek, Target'ı hamileliği teşvik etmekle suçluyor. Bunun üzerine, Target veri sistemine göre hareket ettiklerini açıklıyor.
Listelerindeki 25 ürüne yönelen kişilerin hamile olma ihtimalini değerlendirmeye başlıyor, daha sonra yine bazı ürünlerin alınmasına göre hamileliğin kaçıncı evresinde olduğunuzu anlayabiliyorlarmış. Örneğin hamileliğin üçüncü ayında kadınlar daha önce kullandıkları kremler yerine kokusuz kremlere yöneliyorlarmış, aynı şekilde bir anda ekstra büyük paket pamukları ve el havlularını daha çok almaya başlamak da doğumun yaklaştığının habercisi oluyormuş.
Örneğin 23 yaşında Atlanta'da yaşayan bir müşterinin aynı alışverişte aldığı krem, büyük çanta ve demir magnezyum destekleyici vitamin, diğer veriler ile birlikte değerlendirildiğinde, %87 olasılıkla hamile olduğunu ve Ağustos ayında doğum yapacağını ortaya koyuyormuş.
İlgili sürecin sonunda, Target'in değerlendirmesinin doğru olduğu, kızın gerçekten hamile olup da babasından gizlediği anlaşılıyor.
Demeye çalıştığım şu ki, sosyal medya kullanıp kullanmamak bir tercih meselesi elbette. Ama bu ilk çıktığında kredi kartlarına da cep telefonuna da önyargıyla yaklaşmakla aynı tavır. Kimse kullanmak zorunda değil. Fakat bugün piyasada var olmak için iş anlamında sosyal medyayı kullanmak şart ve siz özel hayatınızda kullanmıyorsanız buna o kadar uzak kalıyorsunuz ki şirketiniz için kullanmaya kalktığınızda da çuvallıyorsunuz.
Zaten muhtemelen özel hayatınızda gizlenmesi gereken veya kimsenin ilgisini çekecek fazla bir şey zaten yok; ama yine de "özel hayatım da özel hayatım" diyorsanız, sosyal medyaya düşman olmadan önce, kredi kartlarınız ile vedalaşmaya başlayın. :)
Konuyla ilgili göz attığım makalelerin bazıları için 1 , 2, 3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder