"Geçen gece çocuk hastaydı. İlacı bitmiş, almak için dışarı çıktım. Sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz. Birden durup dururken içim cız etti. Bir baktım gene aynı karın ağrısı. Öyle özlemişim ki seni. Dönerken bir meyhane gördüm. Bir tek içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu... Arkasından en az dört cigaralık…Sonra gözümü bir açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor. Bir daha açtım başımda bir çocuk: “Kalk abi!” diyor “Kars’a geldik.”
Mr. Feelgood bu filmden o kadar çok bahsetmişti ki, bir akşam eve dönerken D&R'a uğradığımda DVD ile burun buruna gelince almamazlık edemedim.
Filmi izleyip kapattığımda ne kadar etkilendiğimi fark etmemiştim. Sonra aradan günler geçtikten sonra dahi, filmden kesitler alakasız anlarımda geldi yakaladı beni.
Özellikle de sevgilinizden ayrıldıysanız, oturun izleyin bu filmi. Tam dibe vurmadan çıkılmaz malum.
Bir katı oturma odası, bir katı mutfak, bir katı çalışma odası, bir katı yatak odası olan muhteşem dekorasyonlu ve film boyunca aşık olduğum bir evde oturan ortayaşlı bir karı-kocanın hikayesini anlatıyor bu film. Biri mimar, biri popüler üretime karşı bir sanatçı olan bu çift, geleneksel Türk ailesinden epey uzak çizgide bir yaşam sürüyorlar. Ankara'da üniversite okuyan, sevgilisi ile yaşayan kızlarının evine misafir olacak kadar açık görüşlüler, görünümlerine dikkat ediyorlar ve oldukça şık giyiniyorlar. Derken bir gün kadın adamın kendisini aldattığını fark ediyor.
Film, tutku bitmiş olsa da, bir ilişkinin karşılıklı saygı çerçevesinde ne kadar sürdürülebileceğini sorguluyor.
Yavaş tempolu bu film, bir kadının ruh halini çok iyi yansıtıyor. Ben oldukça beğendim. Zaten sırf o muhteşem ev ve kadın başkahramanın sade ama inanılmaz güzel kesimli kıyafetleri için bile izlenir.
Bornova Bornova çok yeni bir film değil aslında; ama ben ancak yakın zamanda izleyebildim. Bugün televizyon dizilerindeki öylesine rollerden tanıdık olduğumuz oyuncuların aslında ne kadar iyi olduklarını gördüm bu filmle. Düşük bütçeli, güzel kurgulu, yoğun hisler yaşatan bir film.
Savaşın manasızlığını vurgulayan sosyal mesajlar bir yana, ilk izlemeye başladığınızda "ne saçma" diyeceğiniz, ama sonra bayılacağınız, şahane görselliğe sahip, gerçek dışılık ile gerçekliğin iç içe geçtiği, izlerken bazı sahnelerinde kikir kikir güleceğiniz, bittikten sonra da iyi hislerle dolacağınız enteresan bir film bu.
Sıradışı bir film izlemek için adres şaşmıyor zaten hiç: Uzakdoğu.
Rio de janerio denilince aklınıza, güzel müzikler, karnaval, futbol ve deniz geliyordur büyük olasılıkla. Gerçek yaşam öyküsünden uyarlanmış City of God, hikaye gibi anlatımı ile tam bir şiddet öyküsünü konu alıyor. Senaryo, çekimler, oyunculuk muhteşem. Henüz izlemediyseniz, mutlaka bir kenara not edin ki atlamayın derim.
Otobüsten indim, yürümeye başladım. dedim, Allah’ım nerdeyim ben? Burası neresi? Sonra güç bela burayı buldum. Kapının önünde durup düşündüm. Dedim Bekir, bu kapı ahiret kapısı. burası sırat köprüsü. Bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin. İyi düşün dedim. Düşündüm, düşündüm…ama olmadı, dönemedim. Sonra, bak oğlum dedim kendi kendime. Yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını usul usul yürü şimdi."
Yukarıdaki cümleler Zeki Demirkubuz filmi Kader'den.
Yeni kuşak Türk filmlerini beğeniyle takip edenlerdenim. Klişeler yavaş yavaş aşılıyor, değişik tarzlar gelişiyor, yapmacıklık yerini sert vurucu gerçek hayat detaylarına bırakıyor.
Mr. Feelgood bu filmden o kadar çok bahsetmişti ki, bir akşam eve dönerken D&R'a uğradığımda DVD ile burun buruna gelince almamazlık edemedim.
Filmi izleyip kapattığımda ne kadar etkilendiğimi fark etmemiştim. Sonra aradan günler geçtikten sonra dahi, filmden kesitler alakasız anlarımda geldi yakaladı beni.
Özellikle de sevgilinizden ayrıldıysanız, oturun izleyin bu filmi. Tam dibe vurmadan çıkılmaz malum.
Hayatboyu bu sene İKSV film festivalinde izlediğim yegane Türk filmi oldu. Daha önce pek çok ödül alan Köprüdekiler filmini de Aslı Özge'yi daha önce duymamıştım.
Bir katı oturma odası, bir katı mutfak, bir katı çalışma odası, bir katı yatak odası olan muhteşem dekorasyonlu ve film boyunca aşık olduğum bir evde oturan ortayaşlı bir karı-kocanın hikayesini anlatıyor bu film. Biri mimar, biri popüler üretime karşı bir sanatçı olan bu çift, geleneksel Türk ailesinden epey uzak çizgide bir yaşam sürüyorlar. Ankara'da üniversite okuyan, sevgilisi ile yaşayan kızlarının evine misafir olacak kadar açık görüşlüler, görünümlerine dikkat ediyorlar ve oldukça şık giyiniyorlar. Derken bir gün kadın adamın kendisini aldattığını fark ediyor.
Film, tutku bitmiş olsa da, bir ilişkinin karşılıklı saygı çerçevesinde ne kadar sürdürülebileceğini sorguluyor.
Yavaş tempolu bu film, bir kadının ruh halini çok iyi yansıtıyor. Ben oldukça beğendim. Zaten sırf o muhteşem ev ve kadın başkahramanın sade ama inanılmaz güzel kesimli kıyafetleri için bile izlenir.
Sadece sonunda biraz hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz, bitmemiş de zorla bitirilmiş gibi olsa da, sıradan insanların, bir mahalleye sıkışmış hayatlarındaki dramlarını anlatan güzel bir film, izlenmeli.
Hep dram dram gittik, depresif ruh halleriyle işim olmaz, keyiflenmek istiyorum derseniz, Welcome to Dongmakgol masal kıvamında insanı mutlu eden bir film. "Miyazaki'nin animasyon olmayan versiyonu" diye bir benzetmeye denk geldim, daha özet daha güzel anlatılamazdı galiba.
Savaşın manasızlığını vurgulayan sosyal mesajlar bir yana, ilk izlemeye başladığınızda "ne saçma" diyeceğiniz, ama sonra bayılacağınız, şahane görselliğe sahip, gerçek dışılık ile gerçekliğin iç içe geçtiği, izlerken bazı sahnelerinde kikir kikir güleceğiniz, bittikten sonra da iyi hislerle dolacağınız enteresan bir film bu.
Sıradışı bir film izlemek için adres şaşmıyor zaten hiç: Uzakdoğu.
Uzakdoğu demişken, Chan Wook Park'ın bir Hollywood çıkarması olarak Nicole Kidman'ın oynadığı Stoker'a da sıra gelsin.
Korku filmi izlediğinde üç yaşında her şeyden korkan küçük bir kız çocuğuna dönen ben, gerilim denildiğinde de köşe bucak kaçıyorum. O yüzden 'gerilim' olarak anılan bu filme de hiç hevesli değildim.
Mr. Feelgood bana, bisikletlerle Caddebostan'a gitmek, BiBuçuk'ta kanatları mideye yuvarlamak sonra da film izlemek şeklinde karşı konulmayacak bir paket program sununca, oturdum izledim Stoker'ı.
Chan Wook Park adı geçince, beklentiler çok yüksek olduğundan biraz hayal kırıklığı yaşadık. Her şeye rağmen, çekimler harika, Matthew Goode çok yakışıklı, soundtrackler inanılmaz. Aşırı beklentilere girmeden izlemeli.
Yenilerden, çok konuşulanlardan, iyilerden bir tanesi de Frances Ha.
Dansçı olan ama dans kariyeri pek de yolunda gitmeyen, ev arkadaşının evlenerek yepyeni bir hayata açılması ile evsiz barksız kalan ve tam bir 'undateable' olduğundan yapayalnız olan Frances'in hikayesini anlatıyor.
Gıcır gıcır bir siyah beyaz film Frances Ha.
Üstelik de filmden öğrendiğim en faydalı bilgi: Çok içtiğin zaman yatağa yattığında başın dönüyorsa, bir ayağını yattığın yerden yere basınca başının dönmesi geçiyor. :)
Rio de janerio denilince aklınıza, güzel müzikler, karnaval, futbol ve deniz geliyordur büyük olasılıkla. Gerçek yaşam öyküsünden uyarlanmış City of God, hikaye gibi anlatımı ile tam bir şiddet öyküsünü konu alıyor. Senaryo, çekimler, oyunculuk muhteşem. Henüz izlemediyseniz, mutlaka bir kenara not edin ki atlamayın derim.
Vecide / Wadjda için biletim bir pazar sabahınaydı. Yatak güzeldi, sinemaya gidip gitmemek o an için başlı başına bir sorundu. Kalkıp gittim, sabah kahvemi de filmi izlerken içtim. İyi ki kaçırmamışım bu filmi, dedim çıktığım zaman. Bu seneki İKSV film festivalinde izlediğim en iyi filmdi.
Suudi bir kadın tarafından çekilen ve çekimleri tamamen Suudi Arabistan'da yapılan ilk uzun metrajlı film Wadjda. Kadınların araba sürmesi yasak olduğu için, şöför gelmediğinde işe gidemeyen bir anne, kendisine erkek çocuk veremediği için ikinci bir eş bulmanın peşinde koşan bir baba, dini çerçevede çok disiplinli bir müdüre hanım ve tek derdi kız çocuklarının binmesi yasak olmasına rağmen bir bisiklet almak olan ve bu amaca ulaşmak için her şeyi yapmaya hazır olan Wadjda...
Abartmadan duygu sömürüsü yapmadan, o ülkedeki yaşamın nasıl olduğunu anlatıyor film. Senaryoyu da, çekimleri de, oyunculuğu da çok beğendim ben. Bir yerde bir şekilde denk gelebilirseniz pas geçmeyin.
Hoş ama boş filmlere ihtiyacınız varsa, izlerken keyifle vakit geçirmek ve film bittikten sonra etkileri altında ezilmek istemiyorsanız, Woody Allen'dan Roma'ya Sevgilerle ve Almadovar'dan Aklımı Oynatacağım huzurlarınızda:
Film izlemek zaman istiyor biliyorum. Film seçeceksiniz, DVD alacaksınız veya internetten yükleyeceksiniz, sonra da nereden baksanız iki saatinizi ayıracaksınız. Fakat aynı zamanda da en hızlı şekilde bambaşka hayatlara, bakış açılarına, duygulara ışınlanmanın yolu. O yüzden, fazla ihmal edilmemeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder