02 Mayıs 2013

Alternatif İstanbul Aktiviteleri: İşsizlik, Hamam Keyfi, Caddebostan Güneşlenmesi

Hayatımda yepyeni bir sayfa.
Veya kısa bir mola...
Henüz bilmiyorum.

Yaklaşık beş yıldır. öğrencilik yıllarımdan alışkın olduğum anlamda bir yaz tatili yapmamıştım.
Seyahat etmedim demiyorum, her fırsatta pılımı pırtımı toplayıp kaçtım bir yerlere.
Ama tatil yapmadım.
Çılgın bir tempo içinde seyahat ettim daha çok.

En son Bolonya seyahatimi düşünüyorum. Akşam 18:00'e kadar ofis, gece toplanan bir çanta, hoop sabaha karşı hava alanı, iki gün aralıksız Bolonya'yı keşif, İstanbul'a dönüş. Her gün 09:00- 18:00 arası ofis, beş gün aralıksız yüksek lisans sınavları ve gecede iki veya üç saat uyku ile ertesi günkü sınavlara çalışmak...

Fakülteden mezun olmadan daha önce çalışmaya başladığımı göz önünde tutarsak ve benim ofis-ev arası mekik dokuyarak yaşayamadığım aşırı-sosyalleşmeye-meyilli bir yapıda olduğum gerçeğini de görmezden gelmezsek, yaklaşık dört-beş yıldır çılgın sayılabilecek bir tempo ile yaşıyordum.

On beş gün kadar önce, ofisten temelli olmak üzere, pılımı pırtımı toplayıp eve gelirken, bir yandan inanılmaz keyifliydim. Çünkü havalar güzelleşmeye başlamıştı, çalışmamak için olabilecek en güzel mevsimdeydik.

Diğer yandan "Ne yapacağım ben?" korkusu sarmıştı içimi. İstanbul gibi bir şehirde kira ödemeden kendi evinde yaşayan şanslılardan olduğum için maddi bir korku değildi bu. Annemin bana sağladığı mali fonun yanında, zaten havalı seyahatler için biriktirdiğim beni bir süre çalışmadan idare edebilecek kadar param da vardı. Benim korkum kendime dairdi. Malum boş kalmayı bilmeyenlerdenim ben. Ne zaman boş kalsam fena halde kendime sarar, hayatımı sorgulamaya başlarım, melankolik bir yapıya bürünürüm.

Neyse biraz da ev hanımlığı deneyimlerim, diye düşünmüştüm.
Sanıyordum ki, öğlenlere kadar uyuyacağım, uyanıp günün gazetelerini okuyarak saatler süren kahvaltılar yapacağım, yoga yaptıktan sonra "Bu gün ne yapsam? / Ne pişirsem?" diye düşünerek tembel tembel günü bitireceğim.



Kendi işimi kurma fikri, bu sırada aldığım iş tekliflerinin görüşmeleri, yüksek lisans derslerim, özlediğim uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla görüşmek, Mr.Feelgood ile iki kişilik bisiklet çetesi olarak yaptığımız geziler, şahsi davalarım ve babamın hukuki işleri derken, hafta içi hiç 8:00'den geç uyandığım olmadı bu on beş gün içinde.

Galiba üzerimdeki psikolojik bir baskının kalkmasının ve ihtiyaç duyduğumun farkında bile olmadığım zaman özgürlüğüne kavuşmanın; ama aynı zamanda da bir şeyler üretmeye devam ediyor olmanın etkisiyle, bana bir keyif, bir huzur geldi. Yüksek lisanstaki arkadaşlarım "Çok iyi görünüyorsun, çok keyiflisin, hayırdır?" derken, babam "Kızım, yüzüne renk geldi, resmen huzur yüzünden akıyor." demeye başladı.

Ama bir şey eksikti.
Bir arınma? Sadece kendi başıma kalıp hiçbir şey düşünmeyeceğim bir zaman dilimi? Bir hesaplaşma?

Ne olduğundan emin olmadığım bir şeyi daha tamamlamam gerektiğini hissediyordum.

Yaparak buldum:

Yeniden doğdum, fabrika ayarlarıma geri döndüm.


Neo-klasik bir hamamda geçirdiğim birkaç saat ile...

Kılıç Ali Paşa Hamamı'nı daha önce gözüme kestirmiştim, şurada da bahsetmiştim, en kısa zamanda yolunu tutmayı planlıyorum diye.

Salı sabahı erkenden uyandım, üzerime rahat bir şeyler geçirip, kulağımda kulaklığım uzun bir yürüyüş ile Karaköy'e ulaştım. Kılıç Ali Paşa Hamamı'na girdim, haftaiçi gündüz olması sebebiyle içeride in cin top oynuyor olmasına rağmen, "Rezervasyonunuz var mıydı?" sorusuyla karşılanmayı yadırgayarak, beni yönlendirdikleri masaya oturdum.

İsim, soyisim, iletişim bilgilerinden oluşan klasik bir iletişim formu doldururken, önüme buz gibi bir ayva şerbeti geldi. Daha önce hiç içmemiştim, bayıldım!


Sonra üst kattaki tertemiz ve gıcır gıcır giyinme odalarına çıkartıldım, ayak numarama göre verilen terlikleri giyip, soyundum ve peştemalime sarınarak hamam kısmına geçtim.

Ve mucize orada başladı.

Bembeyaz kubbedeki şekillerden içeri süzülen gün ışığını izleyerek, göbek taşına yayıldım. Tek başıma, koskoca hamam bana aitmiş gibi, kendimi saray sakini sanarak, yarım saat kadar kaldım yattığım yerde.

Çemberlitaş Hamamı'nın da çok güzel bir kubbesi var mesela, ama insan kalabalığı ve koyu renk hakimiyeti, sıcak ile birleşince boğuluyormuş gibi hissediyorum orada kendimi. Buradaki boşluk ve beyazın ferahlatıcı etkisi, hamam sıcağını unutturuyor insana.

Sonra Crocks terlikler giymiş, güler yüzlü natır gelip, sizi buraya alayım, diyerek kurnaya oturttu beni. Hayatımın çocukluktan sonraki evresinde, kimse benimle bu kadar ince ince, güzel güzel ilgilenmemişti. Mest oldum.

Önce keseledi, sonra yastık kılıfından yaptığı köpüklere boğdu, sonra mis gibi kokan bir vücut jeliyle masaj yaptı, sonra lifle bir kere daha ovdu vücudumu. Tam tüh bitti, diye üzülüyordum ki, saçımı şampuanladı, kremledi, duruladı. Mayışmış, uysallaşmış halimi soğukluğa çıkmadan önce başka bir bölmeye alarak, bir de beni kuruladı ve havlulara sardı.



Bebek gibi bir ten, bebek gibi bir pasiflik içinde, soğukluktaki bembeyaz minderlere uzandığımda, resmen hayatımın geçmiş yoğun günlerinin bütün yükünü tenimden de kafamdan da atmıştım.

Kılıç Ali Paşa Hamamı, şimdiye kadar gittiğim bütün tarihi hamamlardan da, güzellik merkezi spa konseptli hamamlardan da daha pahalı, 130 TL. Ama o tarihi hamamlarda, turist eğlencesi olmanın bir adım ötesine geçmeyen yalapşap iki kese vurup, hadi sen gerisini hallet'in çok ötesinde bir hizmet sunulduğu da şüphesiz. Hafta sonu daha kalabalık olduğunda da böyle güzel olur mu bilmiyorum, ama kendinizi şımartmak isterseniz, her gün 16:00'ya kadar kadınlar hamamı olarak faaliyet gösteriyor, aklınızda bulunsun.

Ben şimdiye kadar yok lazer, yok Green Peel sürekli bir şeyler yaptırıp, Mr. Feelgood'un karşısına "Nasıl olmuş?" diye dikildiğimden ve kendisi hiç bir fark göremeyip ve benim ne halt ettiğime akıl sır erdiremeyip, bir yandan da beni bozmamak için çabalayıp duruyordu. Sonunda benim "Nasıl? Nasıl?" diye bile sormama gerek kalmadan, bu sefer onun ağzından "Bak bu seferki, anlaşılmayacak gibi değil. Çok güzel olmuş."u kaptım bu vesileyle.


Eee tabii mis gibi olduktan sonra, kirlenmek de güzeldir!

Ertesi gün bisikletlerimizin tepesinde, önce Fenerbahçe'nin yolunu tuttuk. Güzel bir kahvaltı ettikten sonra, sahilden Bostancı'ya kadar gidip döndük.



Caddebostan Migros'tan bir pike, biraz bira, biraz cips, bir minnoş Jager kaptıktan sonra, kendimizi çimlere attık.

Caddebostan sahil benim için İstanbul değil, yazlık!

Badminton oynayanlar, sevgilisi ile öpüşüp koklaşanlar, kendisi kadar bir topun peşinde emekleyen bebekler, ortalıkta koşturan güzel köpekler, bikinisi ile güneşlenenler, festivaldeymiş gibi açılır kapanır sandalyelerine kurulmuş sohbet eden genç gruplar...

Yıllar önce, İngiltere'deki parklarda bu manzarayı gördüğümde imrenmiştim. Keşke İstanbul'da da böyle kitabımı alıp gidip yayılabileceğim, saçma sapan bakan insanların olmadığı böyle yeşillik alanlar olsun, demiştim.





Ve bu hafta İstanbul'da sere serpe güneşlenmenin, kitap okumanın, hafiften güneş yanığı olmanın, güneşin altında içilen biralarla hafif sersem kikirdeşmenin tadını çıkardım.

İstanbul'a dair hep restoran, cafe yazıları yazıyordum ya, bu da alternatif bir versiyonu olsun. Şehrin başka bir yüzü. Burada yaşayıp, curcurnanın ceremesini fazlasıyla çekiyorsanız, keyfini de sürün!

Bir de fantastiko bir parça gelsin:

Becomes The Color by Emily Wells on Grooveshark

1 yorum:

monochromatic dedi ki...

Başarılı bir İstanbul yazısı olmuş.Bu kentin beden gürültüsünden sıyrılmak adına yapilacaklar da kısaca belirtilmiş.Kalabaliklardan uzak ancak daha zengin..

Pinterest'im

Instagram'ım