Yaz geldi, havalar güzelleşti, deniz sezonu açıldı ve biz Londra'ya gittik.
Tam bir 'Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine' durumu.
Tatile gidelim, diye plan yapıp Londra'yı seçmedik çünkü. Daha altı ay öncesinden belliydi bizim mayısın sonunda Londra'da olacağımız.
Bundan altı ay kadar önce, çiçeği burnunda sevgilileriz, yılbaşı yaklaşıyor. Birbirimize alacağımız ilk hediyeler ya; havalı olması lazım, hatırlanması lazım, anlamlı olması lazım.
Benim elimden telefonun kamerası düşmüyor, bayılıyorum her anı kaydetmeye. Mr. Feelgood da o günlerde sürekli sataşıp duruyor bana, 'Bunlar fotoğraftan sayılmaz. Madem bu kadar seviyorsun, kendine güzel bir makine alıp, gerçekten ilgilenmeye başlasana fotoğraf çekmekle.' diye. Sonra yılbaşında da beni buna teşvik etmek için, minnacık inanılmaz tatlı bir Lomo Baby tutuşturuyor elime.
Ben de kafa patlatıyorum hediye konusunda, Mr. Feelgood diyince aklıma ilk iki şey geliyor: Beşiktaş ve müzik. Forma veya CD alıp işin kolayına kaçarsam esprisi olmaz, bir konser bileti alayım diyorum. Ve mayıs ayı için Field Day'ı seçiyorum. Hem konsept içime siniyor, hem de bu vesileyle seyahate çıkacak olma fikrini seviyorum. O an işin içinde seyahat var diye, aklım başımda değil, sonradan düşünüyorum da; büyük cesaret ve cüretmiş altı ay sonrası için birlikte plan yapmak.
Sonra kampanyaları yakaladıkça gidiş-dönüş biletlerimizi hallediyoruz, vize prosedürlerini başlatıyoruz, birlikte Adana'ya giderken uçakta Çok Gezenler Klübü'nün Doğu Londra keşiflerini okuyoruz, Field Day'ın yapılacağı Victoria Park da bu bölgede olunca, hemfikir oluyoruz seyahatimizi Doğu Londra'ya odaklamak konusunda.
Ve cuma akşamı Sabiha Gökçen'de bulaşarak başlıyoruz.
Ne kadar sık gidersem gideyim, ne kadar çok alışveriş yaparsam yapayım, Duty Free'de kendimi kaybetmem bir klasik. Güncel fiyatlarla, Türkiye'nin şimdiye kadar gidip gördüklerim arasında, alkolün en pahalı olduğu ülke olmasının doğal bir sonucu bu sanıyorum. Shaker içinde satılan Smirnoff'un Sex on the Beach'inden bir şişe alıyorum kendime, yolluk.
Uçakta yanımızda oturan ve yol boyunca Ortadoğu'daki seçimlerin olası sonuçları hakkında makaleler okuyan, kendi kendine sinirlenerek söylenen adamın profesör olduğu sonucuna vardıktan sonra, gecenin bir yarısında hava alanından Doğu Londra'ya en kolay nasıl gideceğimiz konusunda kendisine fikir danışıyoruz. Onun 'Keyfini çıkartın, ama abartmayın' şeklinde babacan vedasıyla Londra'ya ayak basıyoruz.
Tren 40 pounda yakın, shuttle 8 pound. Aradaki fark çok fazla, o yüzden tercihimiz shuttle'dan yana oluyor. Mile End'de iniyoruz. Oradan otele nasıl ulaşacağımızı düşünürken, çok şeker iki İsveçli kız ile tanışıyoruz. Onlar da Field Day için gelmişler, onlar da bizimle aynı otele rezervasyon yaptırmışlar. Dördümüz bir taksiye atlıyoruz, otelin adresini söylüyoruz.
Taksiden indiğimizde verilen tepkiler herkesin kendi anadilinde, ama eminim Türkçesi ile İsveççesi aynı kapıya çıkıyor: Yok artık!
Aşağıdaki fotoğrafta oteli ve İsveçli kızların şok içinde camdan içeriye bakmasını görebilirsiniz :))
Daha da fenası, bizim odamız başkasına satılmış bile ve başka boş odaları da yok.
Başlangıç oldukça bomba: Gecenin ikisi, Londra'nın süslü şık sokaklarında değil, doğusundayız, elimizde valizlerimiz, metro çalışmıyor ve kalacak yerimiz yok!
Ben Pakistanlı adama biraz cırlayınca, bize başka bir otel buluyor, taksi çağırıyor ve az sonra daha düzgün, en azından biraz daha otele benzeyen bir yerde iniyoruz. Resepsiyonda yine bir Pakistanlı. 'Selamın aleyküm' sihirli sözcüğü ile indirim de kapıyoruz ve odamıza çıkıyoruz.
Odaya girdiğimiz zaman halimize gülmeye başlıyoruz, ödediğimiz fiyata Türkiye'de deniz kıyısında oldukça güzel bir otelde pekala kalabilirken, o an o vasat odaya sahip olduğumuz için o kadar mutluyuz ki!
Ertesi sabah, en acil ihtiyacımız olan priz dönüştürücüyü tedarik ettikten sonra yola düşüyoruz. Sonraki saatlerde ve günlerde de aynen devam edecek olan iş bölümümüzü yukarıdaki fotoğraf aynen yansıtıyor: Ben şipşakçı, Mr. Feelgood haritası ile ayaklı GPS.
Biraz sorarak, biraz haritadan bakarak -yakın olduğunu sandığımız- Victoria Park yakınlarındaki Mare Street'teki otelimizden, Shoreditch High Street'e kadar yürüyoruz. Yolda ben artık açlıktan ve kahvesizlikten isyan edip, öylesine bir fırına dalıyorum. Kahve de unlu mamüller de leziz, şarj oluyoruz, keşfetmeye hazırız:
Boxpark'ta benim ilgimi en çok cafe gibi bir sürü masanın sıralanmış olduğu, kalabalık gruplar halinde oturulup manikür yaptırılan yer çekti.
2) Urban Outfitters: Yıllar yıllar önce, Cambridge'te olduğum dönemde, her haftasonu Oxford Street'teki mağazasına geldiğim ve sattığı neredeyse her parçayı beğendiğim mağaza. Londra'ya ayak basmışken atlamak olmaz. Doğu Londra'daki çok büyük olmamakla birlikte, yine de giren bir saatten önce çıkamaz.
3) Cafe 1001: Çok orijinal dekore edilmiş üst katta minderli koltuklarda keyif çatmak veya sokağa konulmuş banklarda oturup gelip geçeni izlemek arasında tercih yapmak zor. Burada, hızlı hazırlanabilen sosis gibi yiyeceklerle midenizin açlığını giderebileceğiniz gibi, dilerseniz sadece bir bira / kahve boyu soluklanmayı da tercih edebilirsiniz.
4) Rough Trade: Hemen Cafe 1001'in biraz ilerisindeki Rough Trade, müzik konusunda bir mabet. Hele ki plak meraklısıysanız en az yarım gününüzü burada bırakacağınıza hiç şüphe yok. Plak dışında, fotoğraflar, kitaplar, CD'ler, kısaca müzikle bağlantılı olan her şeyi burada bulabilirsiniz.
Ayın en iyileri ve gelecek vadedenleri şeklinde listelerinden birer tane kaptık, dinlemeye fırsatım olunca, ruhunuzun pasını silecek nefis keşfedilmemiş parçalarla huzurlarınızda olacağım.
(Alakasız ara not: Bu satırları yazarken, 'vaad eden' mi 'vaadeden' mi doğru diye düşünmeye başladım ve TDK'ya göre ikisi de yanlışmış, 'vadetmek' olması gerekiyormuş, aklınızda olsun.)
Müzik ilginizi çekmiyorsa bile, mağazanın arka taraflarına doğru sokulun, bir fotoğraf kabini var. 3 pound vererek kasadan bir jeton alıyorsunuz ve kabinde fotoğraf çekilebiliyorsunuz. O kadar güzel şeyler çıkıyor ki ortaya, biz bir türlü doyamadık, sürekli kabinle kasa arasında mekik dokuduk. Yazının en başındaki fotoğraf, o kabinde çekildiklerimizden sadece bir tanesi.
Dünyadaki her köşe ile Türkiye'de bir yer arasında benzerlik kurmak adettendir ya, Doğu Londra'yı da bir yere benzetmek için çok kafa patlattık. Benzer diyemeyecek olsak da, en azından tarz olarak Karaköy'e yakın bulduk.
Zincir mağazalar yerine tasarım butikler, esnaf mağazalarının arasına serpiştirilmiş çok tarz cafeler ve restoranlar, bol bol grafiti ile duvar resimleri..
3 yorum:
Macera dolu bir seyahat, güzel bir doping olmuş ne güzel, devamını dilerim..
Just was browsing web 2.0 sitе when I found your sit, anԁ I want to saу your blog tеmplаtе is very nice.
How long have you been running thіs blog? Υоu make гunning а blog look еasу.
Yοur blοg іs eye-сatching, nοt to mentiоn possеsses loads of high quality сontеnt.
my homepage 94896 [somalinow.net]
Sezencigim, mail gonderdim ama okumadin sanirim.ben esra:)canim kargo hala elime ulasmadi.eger kargoyu gondermediysen ayin 22'sinden sonra gonderir misin? Gonderdiysen kargo ben gelene kadar elinde tutabilir mi sehir disindayim da? Seni cok rahatsiz ettim kusuruma bakma...mail okumadigini dusundugum icin yorum gonderdim...yorumumu yayinlami;) yacaksin umarim!!! Sevgilerimle...
Yorum Gönder