12 Temmuz 2014

Paris is always Paris, Berlin is never Berlin


Her adımda sürprizlerle karşılaşılabilen Berlin'de kurtlar gibi acıkmış olarak uyanıyoruz, yakınlarda kahvaltı edebileceğimiz neresi var diye foursquare'e göz atıp Zimt &Mehl'de karar kılıyoruz.



Nehir kıyısındaki bu kahvaltı mekanında, kruvasan, kahve ve pizza omlet ile kendimizi kafein ve kalori bakımından şarj ettikten sonra, civarda aylak aylak dolanmaya başlıyoruz.






Öğlene doğru bize alternatif Berlin turu yaptıracak olan rehberimizle buluşmak için Alexander Platz'a gidiyoruz. Berlin'e giderseniz mutlaka katılmanız gereken bir tur bu, Berlin'de geçirebileceğiniz en dolu dolu 3 saat olacağına garanti verebilirim.


Bizim rehberimiz Berlin'de yaşayan, Amerikalı bir müzik yazarı. Süper hikayelerle, enteresan bilgilerle dolu, enerjisi ve keyfi yerinde. Zaten bizi götürdüğü ilk durakta, daha önce keşfedip hayranlıkla bahsettiğim J.R.'ın bir eserini görünce, kendisine on üzerinden on puanı daha turun başında veriyorum.


İkinci durağımız Berliner Mauer oluyor. Duvar resimleri ve graffitileri gezerken, bize tag, graffiti ve duvar resimleri arasındaki farkları anlatıyor. Hiçbir şeye benzetemediğimiz, yalnızca bir isim ve lakap yazılarının tag olarak nitelendirildiğini, yalnızca üç saniye içinde yapıldığını, bir kişinin ne kadar çok ve yasa dışı yerde tag'i olursa o kadar forsunun arttığını; graffitilerin genellikle birden fazla kişi tarafından yapıldığını, üç dakika içinde yapılmasının esas olduğunu; resimlerin yapılması için ise çoğu zaman para ödenerek alan kiralandığını; kağıt baskısının duvara yapıştırılmasının en tehlikesiz yöntem olduğunu, çünkü cezasının metroya biletsiz binmekten daha ucuz olduğunu öğreniyoruz. Bir de Berlin'de graffitileri önlemek için görevlendirilen polislerin sayısının yalnızca 30 olması nedeniyle bu kadar çok graffiti olduğunu...



Ardından, Berlin'in Jamaika'sı olan YAAM'i ziyaret ediyoruz. Bombalanmış gibi görünen bir binanın altına kurulmuş bir yer burası, bembeyaz kumdan bir sahili var, kumların üzerinde oturup buz gibi bir bira içebiliyorsunuz, Bob Marley tipli insanlar geziniyor ortalıkta, tipinizi uygun görürlerse "What can i do for you?" gibi şifreli cümlelerle yanınıza geliyorlar. Gerçekten enteresan bir yer.



Yolun ortasına dikilmiş bir ağaç evin önünde dinlediğimiz hikaye ise, grupta herkesten çok bizim ilgimizi çekiyor. Çünkü başkahramanı bir Türk: Osman.

Berlin'in doğu ve batı olarak ikiye bölünmüş olduğu bir dönemde duvarın kenarında, kullanılmayan eşyaların atıldığı bir yer keşfeden Osman, burayı temizleyip kendine bir bahçe yanına da bir gecekondu konduruveriyor. Bahçesinde güzel güzel bitkilerini yetiştiriyor, biraz da sağdaki soldaki açları doyuruyor. Bir gün Doğu Almanya'dan askerler geliyor, ne yapıyorsun burada, derhal boşalt burayı diye. Bizim Osman, bahçesini gösteriyor, direniyor.



Doğu Almanya için, Osman muhteşem bir pazarlama simgesi. O dönem insanların öykündüğü Batı Almanya'da işçi olarak çalışan Osman'ın aç kaldığı, Doğu Almanya'nın ona sahip çıktığı, insanların yapıcılığını nasıl da destekledikleri şeklinde bir kurgu ile Doğu Almanya, Osman'ı sahipleniyor. Osman bahçesini kullanmaya devam ederken, Doğu Almanya da Osman üzerinden prim yapıyor. Sonra duvar yıkılıyor. Doğu, batı kalmıyor, Osman'ın gecekondu ve bahçesine dozer ile geliniyor. Gelgelelim arazi kilisenin mülkiyetinde ve Osman kiliseyi ikna etmeyi başarıyor.

30 seneyi doldurduğu gün de yasal olarak arazinin tapusunu almaya hak kazanacak Osman Dede, balkonunda oturup, şaşkınlıkla evine bakanlara el sallıyor. İnanılmaz bir hikaye değil mi? Gerçekten Türkiye'den çok acayip insanlar çıkıyor. :)


Savaş dönemimde, kubbeleri sayesinde ya kilise ya da hastane olduğu düşünülerek bombalanmamış olan, bu gün bir sanat merkezi olarak hizmet veren Bethanien'den sonra, Kreuzberg'e geçiyoruz.


Bir zamanlar punk mabedi olan, Iggy Pop ve David Bowie'nin müdavimi olduğu SO36 (SO: Südost: South East)'e bir selam verdikten sonra, Berliner Kidz'in graffitilerine doğru yol alıyoruz.


Bu gezide benim en favorim, sokak tabelalarının üzerine, şarap mantarından yapılarak konulan yoga pozundaki minik adamlar oldu. Gerçekten dikkat etmedikçe fark edilmeyecek, fark edildiğinde neşe veren yogiler bunlar.


Bir de Victor Ash'in astronotu inanılmaz zekice, çünkü akşamları arkadaki VW'nin bayraklarının gölgesi astronota yansıyor ve astronot elinde bayrak tutuyormuş gibi oluyor.


Son durağımız olan S ve U Bahnların kesiştiği Warschauer Strasse'ye aslında, taze yapılmış, daha boyası bile kurumamış bir duvar resmine bakmak için geliyoruz, ama tur bitse de biz Mr. Feelgood ile orada kalıyoruz, çünkü o resim vesilesiyle Urban Spree'yi keşfediyoruz.


Üç saat duvar resimleri ile Berlin hikayelerinin peşinde oradan oraya yürüyemem ben, diyorsanız bile Urban Spree, Berlin'e gitmişken mutlaka uğranması gereken adreslerden. Kocaman bir bahçeye, güzel bir bar kurmuşlar, festivallerdeki gibi pek çok food truck yerleştirmişler. İsterseniz içkinizi alın arkadaşlarınızla muhabbet edin, isterseniz kitabınızı derginizi alıp şezlonglarda yayılıp takılın, ister canlı müzik dinleyin, ister futbol maçı izleyin... Tamamen keyfinize göre davranabileceğiniz bir alan.







 Rahat olmak için, harika giyinmiş insanları izlemek için, bira içmek için, güzel müzik dinlemek için buraya gittiniz diyelim, atlamamanız gereken bir şey de alanın en sonundaki hamburgercide viski ile pişirilmiş, jalepenolu Satan Burger yemek! Gerçekten hayatımda yediğim en iyi hamburger olabilir.


Berlin planları ile kalın!

*Başlık eski Fransız kültür bakanı Jack Lang'ın bir sözüdür.

1 yorum:

S dedi ki...

Sevgili Sezen,

İtiraf ediyorum, yine yazılarını kahveme denk getirdim.

Ve yine itiraf ediyorum, yazı biraz sinirimi bozdu -yorumlayan burada aslında kıskançlıktan bahsediyor-. O yüzden bir yerden sonra yazıları okumaktan vazgeçip hızlıca resimlere baktım.

Gittiğin her yerin bu kadar hakkını veriyor olmana bayılıyorum.

Perşembeden itibaren Temmuz sonuna kadar İstanbul'da olacağım. Kahve teklifin beni çok mutlu etti ^.^ Umarım denk düşeriz.

Hala Çorlu'dan Sevgiler,
Sevgican

Pinterest'im

Instagram'ım