26 Aralık 2014

Diyarbakır: Mustafanın Kahvaltı Dünyası, Kaburgacı Selim Amca ve Arka Sokaklar

Diyarbakır sokaklarında oradan oraya gezerken, içtiğim çayların da etkisiyle olsa gerek, midem isyan bayraklarını çekti. Artık bir şeyler yemeliydim; ama o saatlerde canım oturup et yemek de istemiyordu. Mustafanın Kahvaltı Dünyası'nı not etmiştim defterime, çok da yakınlarındaydım. "Öğleni de geçti, hala kahvaltı servisi var mıdır acaba?" sorusuyla istikametimi Hasan Paşa Hanı'na çevirdim. 



Hasanpaşa Hanı'nı Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu yapmış ve o dönemlerde oldukça önemli bir han olmuş, pek çok gezgin eserlerinde bu handa kalmış ve buradan bahsetmiş. 

Minicik bir kapıdan geçtikten sonra, avluya çıkıyorsunuz. Avlunun ortasında aktı sütunlu bir şadıvan var. Etrafı da çeşitli turistik eşyalar satan mağazalar ile çevrili. Ahmet Kaya ve Che Guevara en idol kişiler anladığım kadarıyla bu bölgede, çünkü her türlü nesnenin üstünde onların fotoğrafları var.




Yiyecek mekanları üst katta, ben "Mustafanın Kahvaltı Dünyası"na aşağıdan baktım baktım, nereden çıkacağımı anlamam biraz uzun sürdü. Merdivenlerin yanında tabelalar yok, yolunuz düşerse aklınızda bulunsun, şu fotoğrafı gördüğünüz yerdeki merdivenleri çıkmanız gerekiyor.



Yukarı çıktım ve güzel havadis ile karşılandım, evet öğleden sonra da kahvaltı servis ediyorlardı. Oturur oturmaz, önüme minik minik bir sürü tabak koymaya başadılar. Bir kısmı gerçekten anlamsızdı, içinde birkaç tane kızarmış sebze olan da vardı, üzerinde kırmızı şerbet gezdirilmiş muz ve kivi ile dolu olan da...  Bu nedenle önce, "Eyvah yerel bir şeyler tatmak isterken, tam turistik yere mi düştüm!" diye endişelenmeye başlamıştım ki, asıl istediklerim de geldi önüme.





En üstteki bir çeşit helva. Çok tatlı değil, sıvı sayılabilecek bir kıvamda. Sucukları, kasap sucuğu, alıştıklarımızdan çok daha yumuşak ve aromalı. Oldukça lezzetli. Peynir konusunda zor bir insan olmama rağmen, özellikle peynirlerine bayıldım. Bal kaymak da uzun zamandır yediklerimin en lezzetlisiydi. 




Ben kahvaltımı ederken, çayım sürekli tazelendi. "Daha bitmemişti ki." dediğimde de, "Abla sen buralı değilsin galiba, ılındı o çay içilmez, sıcağını iç." diye dersimi aldım.  Sucuk kasaba özel yaptırılıyormuş, kaymak ile bal dışarıdan alınıyormuş, geri kalan kahvaltılıkların hepsini Mustafa Bey hazırlıyormuş. Ben en sevdiklerimi paylaştım, ama koca masa kahvaltılıklarla donanmıştı. Gelen hesap ise sadece 15 TL idi. 

Bal kaymağın tamamını mideye indirip, enerji dolduktan sonra kendimi tekrar sokağa vurdum. 












Biraz çarşı pazar gezdikten sonra, kafama göre, labirent gibi daracık ve izbe arka sokaklara girdim. Buralarda insanlar nedense turist olduğuma inanmak istedi. "Hello hello" diye seslenen yaşlı amcalar oldu, "How are you?" diye yanıma koşan küçük çocuklar da... Şevklerini kırmadım, hepsi ile ingilizce konuştum, anlamadığımı sanarak Türkçe dedikodumu yapıp kikirdeşmelerine de izin verdim. Sadece gülümsedim ve fotoğraf çektim.













Turistik gezimi sonlandırmadan önce, tarihi üç yer daha gezdim. Bunlardan ilki, üçüncü yüzyılda yapılan Meryemana Süryani Kadim Kilisesi oldu. 






İkincisi ise dört sütun ile başlıklar üzerine oturan kare mimarisi ile Anadolu camiileri içinde tek olan ve Akkoyunlular tarafından inşaa edilen Dört Ayaklı Minare. Bu minarenin altından yedi kere geçenin dileklerinin gerçek olduğuna inanılıyor, o yüzden bu mistik şehirde dilek dileme fırsatını kaçırmadım ve hemen yan tarafta kaynak yapanların garip bakışları eşliğinde tam yedi kere geçtim. :)




Üçüncüsü durağım da, Katolik mezhebi tarafından kullanılan ve ne zaman inşaa edildiği tam olarak bilinmeyen ama 17. yüzyıl olduğu varsayılan Mar Petyun Kilisesi oldu. 




Bu kilisede ben içinden çok, bahçesinden görünen ve henüz restore edilmemiş tarihi binalardan etkilendim.









Güneş yavaş yavaş kaybolurken, Diyarbakır ile vedalaşma zamanım geldi. Dolu dolu bir gün geçirmiş, Diyarbakır'da umduğumdan fazlasını bulmuş, yüzlerce fotoğraf çekmiştim. Geriye bir tek şey kalmıştı, Selim Amca'da kaburga dolması yemek. Çok lezzetli bir kapanış olduğunu ve Nişantaşı'nda bir salata fiyatına tıka basa doyduğumu sanırım söylememe bile gerek yok. 




Diyarbakır benim için bitmedi. Bir kere daha gideceğim, üstelik de bu sefer kendimi sevgili Deniz'e teslim edeceğim. Şehri bilen, çok şeker bir mimar adayı ile birlikte Diyarbakır'ı arşınlayacak, bambaşka köşelerinden havadisler vereceğim! : ) 

Keyifle, keşifle ve lezzetle kalın!

1 yorum:

Handan dedi ki...

doğduğum topraklar... gitmeden ara bir dahasında

Pinterest'im

Instagram'ım