31 Ekim 2010

Ev Hanımı, Playboy Tavşanı ve Cumhuriyet Kadını


29 Ekim kiminize güzel bir tatil kaçamağı fırsatı, kiminize dinlenmek için uzatılmış haftasonu bonusu oldu, kiminiz de 29 ekim filan dinlemden aynen çalışmaya devam ettiniz. Ben daha ekim ayının başında tatil planları yapmaya başlamıştım. "İstikametimiz Mardin mi St. Petersburg mu olsun?" sorusuna cevap aradığımız günlerde "Ne tatili yahu? Ben o tarihlerde ev-leniyor olacağım" dank etti kafama. Bütün planlar değişti, annemin İstanbul'a gelmesine ve benim taşınma faslımı resmen tamamlamama karar verdik.

Cuma gününden beri IKEA'dan Esse'ye; IMÇ çarşısından Zara Home'a kadar gezmedik yer bırakmadık ve çok yol katettik. Bu blogta oldukça nadiren yazı konusu olan "dekorasyon"  artık inanılmaz ilgi alanımda. Kıyafet alışverişinden bile keyifli bir alışverişmiş ev alışverişi meğerse. Bazı kıyafetlerin sihirli olduğunu inkar edemem -mesela push-up sütyenler- ama giyilen bir t-shirt sizin vücudunuzu bambaşka bir vücüt yapamaz. Ev alışverişinde ise, her dokunuşla ev baştan yaratılıyor ve bu inanılmaz güzel bir his yaratıyor.Evini güzelleştirmek isteyenlere veya benim gibi yeni ev-lenenlere fikir olsun diye gezdiğim, gördüğüm, beğendiğim, aldığım, beğenip de alamadığım her şey de bu blogtaki yerini alacak bundan böyle. Ki evde yemek pişirme kararı aldığıma göre sık sık yemek tarifleriyle de huzurlarınızda olacağım. :))



Gündüzleri elimizde ölçüler, notlar, kataloglar oradan oraya koştururken, geceleri de sokakların tadını çıkarmaya aynen devam ettik. Cuma gecesi DADA'da Galatasaray Üniversitesi'nin Cadılar Bayramı Partisi vardı. Kostüm kiralamaya veya yaratıcılık sergilemeye kalkacak kadar zamanım olmadığı için BUNdesign'dan alınmış bir tavşan kız seti ile idare ettim. Bana sorarsanız, erkeklerde favorim 'hıyar yiyen adam'dı. Gördükçe gülesim geliyordu.


Kadınlarda en favorim de hostesti. -Fotoğraftan pek belli  olamasa da- şapkasından, ayakkabısına herşey cuk oturmuştu:


29 Ekim gecesi de Hayal Kahvesi Bistro'daki 29 Ekim balosundaydık. Annem ve çok sevdiğim bir abim de bize eşlik etti. Dönem kıyafetleri, Türk sanat müziği ve rakı ile oldukça keyifli bir gece oldu.


Bu arada kesinlikle ev döşerken "Bir anda her şeyim tamam olsun"cu bir insan olmadığımı fark ettim. Evde hiçbir şey yokkken Aşk ile minderlerin üzerinde şarap içerek bana hayırlı olsun yaptığımız akşam da annemle IKEA alışverişinden eve gelip de kupamız olmadığını fark edip şarap kadehlerinde kahvelerimizi içişimiz de unutulmayacak kadar güzel anlar oldu. Bazen her şeye sahip olmak değil, sahip olunmayanlar insanı daha mutlu ediyor. Bir kere daha: "Ne kadar komiksin hayat!"

27 Ekim 2010

Lükse Övgü

" Lüks mü? "Lüks" dediğiniz anda herkesin kendince bir örnek vereceğini fark edersiniz: Chanel No 5, Hermes fularlar, Vuitton çantalar, Montblanc dolmakalemler, Dior parfümler, Pierre Cardin gömlekler, Hediard ya da Fauchon konserveler... Aramızdan, hazırcevap olmayıp yanıt vermekte gecikenlerse çekingen ve kafası karışmış olarak mırıldanır: Karayipler'de bir gemi yolculuğu, en kalitelisinden bir Haut-Medoc şarabı, sürek avı, Rolex saat, New York'ta bir loft ve Monaco'da kayalıkların üzerinde panoromik bir Akdeniz manzarası olan bir başka penthouse...

Ama siz belki içten içe , lüksü yapmak istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman yapma özgürlüğüyle ilişkilendiriyorsunuzdur. En azından ben öyle hissediyorum ve o durumda, lüksün gerçek anlamda bir bedeli kalmıyor, maddi bir görünümü bile olmuyor, her şeyden önce bir duruşu yansıtıyor. "


Bu aralar benim için lüks, işten çıkınca trafik çekmeden metroyla eve gelebiliyor olmak. Aylardır aman trafikten mümkün olduğunca kaçayım diye metro- metrobüs- dolmuş üçlüsüyle işe / gezmeye gidip gelen biri olarak şimdi metro ile bütün sevimsiz yolu şıp diye aşıp, Nişantaşı'ndaki vitrinlere baka baka eve geliyor olmak inanılmaz keyifli. Yukarıdaki cümleler de yine bir iş çıkışı vitrinlere baka baka eve doğru dönerken Remzi Kitapevi'nden aldığım Thierry Paquot'un kitabının ilk iki paragrafı.

"Yapmak istediğiniz şeyi, istediğiniz zaman yapma özgürlüğü..."
Bazen bu lüksü de o kadar çok özlüyorum ki...

Foto 1: Self by SabbbriCa
Foto 2: wielki zen by szczypta

26 Ekim 2010

Sevgiliiiim, adamııııım.... Ne konuştunuz?!!

Bir arkadaşım bir adamla flört ediyordu, ancak adamın amacının veya bir sonraki hamlesinin ne olduğu konusunda hiçbirimizin bir fikri yoktu. Tam kadınlara yakışır biçimde yorumlama veya kehanet toplanmaları yapıyor, erkek arkadaşlarımızdan fikir almayı ihmal etmiyor, yine de bu adamı kesinlikle anlayamıyorduk. Tam o dönemde arkadaşım "Mağara Adamı" diye bir oyun var, gidelim mi?" diye sordu. Kadın ve erkek ilişkilerini konu almıştı, adı komikti ve BKM'deydi. Gitmek için üç sebep birden. Yaklaşık bir ay önce galası için biletlerimizi aldık ve geçen hafta cumartesi de kahkahalar ata ata izledik.


Dürüst olmak gerekirse oyunu izlemeye giderken çok bir beklentim yoktu. ‘Caveman’in (Mağara Adamı), Broadway’de en uzun gösteri yapan tek kişilik oyun olduğunu ve 35 ülkede 17 dilde 10 milyondan fazla insan tarafından izlendiğini okumuştum okumasına da, ben tercüme oyunlara yeteri kadar bize özgü bir şeyler eklenmemişse çok keyif alamadığım için aklımda bir "Acaba?" vardı.

 Şevket Çoruh'u sevdiği için bu oyuna gidenlerden veya sırf Şevket Çoruh'tan çok hoşlanmadığı için bu oyunu reddedenlerden ayrıyım ben. Televizyon izlemiyorum. Hiç. Televizyon izlemek aptalcadır demiyorum; ama bana son derece gereksiz geliyor. Her zaman televizyon izlemekten daha iyi yapılacak bir şeyler buluyorum. Yeni taşındığım eve de televizyon almamak konusunda inatçıyım. O yüzden olumlu ya da olumsuz bir önyargım olmadan izledim oyunu. Şevket Çoruh'un dizilerde oynadığından bile habersizdim. Bence kendisi role cuk oturmuş. Vücut şeklinden, oyunculuk yeteneğine kadar...


Oyun başlıyor, Şevket Çoruh karısı tarafından eşyalarıyla birlikte üzerinde sadece bir boxer ile kapının önüne atılmış bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Ve başlıyor kadın- erkek ilişkilerini sorgulamaya. Kadın ve erkeklerin farklı oldukları noktaları size kahkahalar attırarak anlattıktan sonra, bütün bu farkları taş devrinde kadınların "toplayıcı", erkeklerin "avcı" olmasına bağlıyor. Oyunu izleyenler ne dediğimi anlayacaktır; özellikle "biten cips" ve "mızrak olur mızzz" sahneleri benim favorimdi. :)))

Konu çok klişe diye bıdı bıdı edenlere sevgiler, konu bu kadar klişeyse neden hala kadın ve erkekler birbirlerini tam olarak anlayamıyor ve bu konu içki özellikle de rakı sofralarının hala demirbaşı?

Yepyeni bir ufuk açmıyor, aklınızdaki bütün soru işaretlerini silmiyor; ama zaten biliyor olduklarınızı size bir kere daha farklı bir yorumla ve güldürerek anlatıyor. Özellikle iki şeye de bayıldım: Bunlardan biri günlerden, kahve kültürüne kadar bir sürü bize özgü detayın oyuna yedirilmiş olması. Diğeri de bir cinsiyeti üstün tutup diğerini batırma yoluna hiç gitmeden, birini kayırmadan sadece kadın ve erkekler farklıdır mesajı vermesi.

Buradan iki kişiye de öpücüklerimi yolluyorum: Biri beni oyuna götüren "canım" Yogi, diğeri de oyundan çıkışta ben açlıktan ölmek üzereyken beni hem yemek hem öpücükle besleyen bi tanecik Aşk! :)

Bence kaçırılmaması gereken oyunlardan, gidin kendinizle dalganızı geçinin, neşelenin.

23 Ekim 2010

Hızlı değil, hazlı hayat!

Ben mutluluk ve mutsuzluğun olup bitenlerle, sahip olunanlar veya olunamayanlarla değil, tamamen ve doğrudan düşünce ve bakış açısıyla alakalı olduğuna inananlardanım. Elbette ki bazı olaylar insanı havalara uçurtur, bazı olaylar bütün keyfini kaçırır; ama bu ruh hallerini korumanın veya değiştirmenin tamamen beyinle ilgili olduğunu düşünüyorum.



Ayrıca herkesin hayat amacının mutlu olmak olduğuna ve herkesin mutlu olmak için elinden geleni yaptığına da hararetle karşı çıkıyorum. Bazı insanlar gerçekten mutsuz ruh haline daha aşina oluyor, ortada gerçekten herhangi bir sorun olmasa bile mutlu olamıyorlar. Sanırım bu yapısal bir şey.

Geçenlerde -geçenlerde dediğim birkaç hafta olmuştur- haftasonu keyif tembelliği yaparken, piyangodan çıkan ikramiyeye gelmişti konu. "Ben ohh ne güzel olur." tarzında çok klişe bir şeyler gevelerken, Aşk sormuştu: "Şu andaki yaşadığın hayattaki neyi değiştirmek istersin çok paran olsa?" Düşündüm, düşündüm, düşündüm.


Çalışmadan durabilecek, ömrümün geri kalanını sadece gezerek geçirebilecek yapıda bir insan değilim ben, o yüzden işi gücü bırakır keyfime bakardım, diyemedim. Mutsuz ederdi bu beni bir süre sonra. Gerçekten ihtiyaç duyup, şiddetle istediğim ama sahip olmadığım bir şey de gelmedi aklıma. Evet biraz daha fazla alışveriş yapardım orası kesin, ama şu anda kıyafet eksiğim değil çok çok fazlamın olduğuna göre  bu sadece savurganlık olurdu. Sonra beyin fırtınası yaparak birlikte düşündük, "Sadece biraz daha fazla seyahat ederdik, o kadar"da karar kıldık. O an fark ettim aslında ne kadar mutlu olduğumu.

 Gelgelelim bugün en sevdiğim günlerden biri olmasına rağmen, çok cadıyım. Halbuki işten eve geldiğimde, güzel bir şişe beyaz şarap açıp, güzel güzel müzikler eşliğinde eşyalarımı kolilemeye başladığımda ne kadar da keyifliydim.

Aradan yaklaşık yedi saat geçti. 6 koli, 4 devasa valiz kıyafet paketledikten, bir kaç kocaman torba kıyafeti kapının önüne attıktan, ne kadar çok giymediğim kıyafetim olduğu ile yüzleştikten ve artık belim ağrımasına rağmen hala odamı boşaltamadıktan sonra huysuzlanmaya ve kendimi mutsuz hissetmeye başladım.

Tam o sırada elime yazın okumaya başlayıp sonra manasız bulup okumaktan vazgeçtiğim bir kitap geçti: Mutluluk Projesi. Ve yazın sevmediğim kitap bu sefer bana ilaç gibi geldi. Tam anına denk gelen şarkılar gibi,
tam anına denk gelen kitaplar da var sanırım.

Mutsuz olmak için bir sebebim var mıydı? İstediğim eve taşındığım ve bir sürü kıyafetim olduğu için mi mutsuzdum? Ne saçma!

" İnsanların doğuştan gelen ve belli bir aralık içine düşen bir yaradılışları vardır; ama davranışlarıyla kendilerini mutluluk sınırının en üstüne çıkartabilir ya da en altına indirebilirler." diyen kitabı dinledim. Davranışlarımı değiştirmek için elimden gelen çabayı harcadım ve işe yaradı!!

Kitabı bitirir bitirmez çok daha detaylı ve alıntılar yaparak bahsedeceğim, şimdilik sadece benim bu geceki ruh halimi kurtaran, aslında hepimizin biliyor olduğu formülü hatırlatayım:

"Yapman gerekenlerin bir listesini hazırla ve bunları parça parça yap. Hepsinden önemlisi sakin ol. Azar azar yapılırsa yapılması gereken her şeyin üstesinden gelinebilir." 

Ben leziz bir acıbadem kurabiyesini mideye indirerek listemi hazırladım. Sabahtan itibaren her bir işe zaman aralığı koydum ve akşamüstü yoga faslına kadar hepsini tamamlamış olmayı planlıyorum. Yatağımın yolunu tutmadan önce huysuzluğuma maruz kalan kişilerin -bunlara malesef Aşk da dahil- gönlünü alırsam tamamdır. :)


Foto 1: You could be happy by Iza87
Foto 2: Happy thoughts by this is nati

21 Ekim 2010

Minik gazete, ev-lilik telaşı, aşk kafası!

Bundan yaklaşık 6 ay önce dilime dolamıştım "taşınma"yı.
Ortada ne taşınılacak ev vardı ne başka bir şey, sadece niyet barizdi. Cihangir'deki beş senemden sonra Kozyatağı'na göçmüştüm ve olmamıştı olmuyordu. Ev güzeldi, semt güzeldi; gelgelelim bana uymuyordu. Günümün sabah 7:30'dan gece 00:30'a kadar olan kısmı Avrupa Yakası'nda geçtikten sonra, Kozyatağı'ndaki evin ferah veya güzel olmasının bana bir yararı olmuyor, günde en az 3 saat yolda geçen zaman anlamına geliyordu.

Niyetten icraata geçmem oldukça uzun zaman aldı. Çünkü önce harcamayı düşündüğümüz fiyata istediğim yerlerde ev sahibi olmamın imkansız olduğu ile yüzleşmem gerekti. Emlakçıya girip aklımdaki fiyatı söylediğimde, "O fiyata buralarda zor." cevabından başka bir cevap alamıyordum. Daha sonra biz harcamayı düşündüğümüz fiyatı biraz daha arttırdığımızda da emlakçıların bana gösterdikleri evlerin bok gibi oluşu bütün şevkimi kırıyordu.

Harcayabileceğim maksimum meblağ belliydi, aradığım evin kriterleri de öyle: Metroya yakın bir lokasyonda olacak, alt katında iş yeri, ganyan bayii, kahve filan kesinlikle olmayacak,  kapısı kapalı duran bir apartman olacak. Kesinlikle kot veya zemin kat değil, 2. kat veya daha üstü olacak. Büyüklüğü hiç önemli değildi, 1+1 bile olabilirdi. İçi de ne kadar döküntü  olursa o kadar iyiydi benim için, çünkü kendi zevkime göre yaptırmak istiyordum. Sanıyordum ki, çok bir şey istemediğim için binlerce ev hazırda beni bekliyor.

Öyle bir dünya yokmuş! Zemin katlar, yer altları, kaçak katlar, içerisine herhangi bir mobilya sığdırmanın imkansız olacağı kadar şekilsiz binalar, en uyduruk malzemeyi kullanıp da içini yaptırdım havalarında hak ettiğinden çok daha fazla fiyat biçilen evler, çiş kokan apartmanlar...Derken bir gün babam aradı:  "Evini buldum.". O kadar umutsuzdum ki, caz vapurundan inip eve bakmak için gitmek bile gözümde büyüdü büyüdü büyüdü. Çıktığımda evimi bulmuştum.

Tam aradığım gibi içi eskimiş, ama enerjisi yüksek bir daireydi. Ev sahipleri çok şekerdi, birlikte oturup türk kahvesi içip kedilerini severken hiçbir şüphem kalmamıştı: Buydu, içerideyken kendimi evimde hissetmiştim. Ev sahipleri evi boşaltmak için zaman istedi, sonra biz duvarı yerleri banyoyu mutfağı her yeri yıktık, yeniden yaptık. Sonunda fiili olarak taşınma telaşının içindeyim, kıyafetlerim yıka ütüle valizle bitmiyor bitmiyor. Günlerdir bununla uğraşıyorum. Chucha Boutique aracılığıyla bu işlemimi azaltanları çok çok öpüyorum buradan.

Gündüz ofis veya adliye işleri, gecenin bir yarısına kadar kıyafet yıka-ütüle-valizle fasıllarına bir de hastalığın kırgınlığı ve halsizliği eklenince ruh gibi olmuştum. Sürekli yorgun ve hasta olup ne yorgun ne de hastaymış gibi davranmak da insanı ekstradan yoran bir şey. Dün iş çıkışı İzmir'den Agora için İstanbul'a gelen bir çıtırımın yanına uğrayıp onunla bir bira hüplettikten sonra, "Aşk"ın kollarına attım kendimi. Benim ev telaşımdan çok daha kapsamlı ve renkli bir telaşı var onun da: Yeni bir restoran / bar telaşı! Onun işi benim gibi sadece dekore etmekle bitmiyor, çok çok çok daha detaylı ve komplike. Onunla geç bir akşam yemeği yiyip, günümüzden bahsederken esnemekten ağzımı kapatamıyordum. O kadar ölü vaziyetteydim. Yaşam şarjım tamamen bitmişti ve yeniden şarj olmak için bir gece uykusundan daha uzun zamana ihtiyacım olduğu kesindi. Aşk beni kendime getirmek için birbirinden şahane teklifler yaparken -kendisinden 3 aydır hayır denilebilecek tek bir teklif bile duymadım zaten- ben seçim bile yapamayacak kadar yorgundum. Aklımda evime gitmek vardı o yüzden. Aşk, önüme arkalarında tekliflerinin yazılı olduğu dört kağıdı ters dönük olarak koydu. Seçtim. Beş dakika sonra otelde mis gibi bir çarşaf ve pofuduk bir yorganın altında gazetemi okuyordum.


Sabah da "Aşk" ile pazara yakışır zenginlikte bir kahvaltı yaptıktan sonra, vapura atlayıp adliyenin yolunu tuttum. Kesinlikle şarj olmuştum ve çokçokçok mutluydum. Staj, ofisin işleri, malmüdürlüğü derken koca bir gün daha bitti. Şimdi evde büyük bir şevkle eşya toplamaya aynen devam!



Bu arada yeni Radikal'e bayıldım.Radikal, gerçekten radikal bir değişiklik yapmış.
İtiraf ediyorum uzun bir zamandır haftasonları hariç gazete almıyordum elime. Okuduğum belli başlı köşe yazarlarını internetten okuyor, bir de neredeyse her gazeteyi okuyup en güzel yazıları twitter veya facebooktan paylaşan arkadaşlarımın paylaştığı yazılara göz atıyordum. Ofiste mutfağımızda bir sürü gazete  dursa da, onların sadece eklerine ve manşetlerine göz atıp geçiyordum. Upuzuuuun bir zamandır böyleydi.

Ben toplu taşımalarda gazete okuyabilenlerden biri hiçbir zaman olmadım. O kocaman sayfaları değil minicik bir alanda dörde katlayabilmek, hala elimde beş saniyeden fazla tuttuğumda kollarım, bir zemine yayıp okumaya kalktığımda belim ağrır. "Neden bizim gazetelerimiz bu kadar kocaman, yurtdışındaki bazı gazeteler gibi fonksiyonel hale gelmiyorlar?" diye sorduğumda hep reklam boyutlarının küçülmesi gazetenin karını azaltır gibisinden cevaplar alıyordum. Piyasadaki en farklı olduğu iddia edilen gazeteler de boyut ve sayfaların reklamla kaplı olması bakımından birbirinin apaynısıydı. Sonunda Radikal şahane bir boyuta gelmiş. Bu gün vapurda da minibüste de çok rahat okudum. Yıllar sonra yeniden sabahları gazete okumaya başlamama vesile oldu bu da işte. :)

17 Ekim 2010

thank god it's gonna be friday each and every week!*




Kadın olmak komik şey yahu.
Seviyorum yani. Öyle böyle değil.

Bir iş günü... Erken gelen kış varlığını bariz olarak hissettiriyor, hava kapalı ve durmadan yağmur yağıyor. Normalde de ıkına sıkıla ilerleyen trafik yağmur yağdı mı iptal olduğu için ofise gelmem de ufak çapta bir eziyete dönüşmüş. Aynaya baktığımda yazın emek harcayarak edindiğim nefis bronzluktan eser kalmadığını ve yağmur yüzünden saçlarımın kirlenmiş ve basıklaşmış göründüğü ile yüzleşiyorum.

"Hadi bir kahve alayım bari. Keyfim yerine gelsin" diye Starbucks yolunun tuttuyorum. Yol tutmak dediysem 12 kat aşağı iniyorsun işte! 10 saniyede filan... Tutulacak yol yok yani ortada. Yol severim halbuki ben. Neyse şak asansör kapısı açıldı, içeride saçlar su dalgası bir hatun, solaryum sayesinde olsa da gayet bronz tenli ve kulağında telefon sevgilisiyle konuşuyor. Bol kahkahalı. Direk kıs-kan-dım!

Vazgeçtim kahve içmekten, doğrudan bizim plazadaki kuaföre attım kendimi. En hızlısından bir fön! Hızlı aşklarımız, hızlı öğünlerimiz, hızlı internetlerimiz var da hızlı fönün neyi eksik?

Fönüm çekilirken elime de bir Hello Wedding tutuşturdular. "Sırf Wera Vang gelinlik giymek için evlenilir yahu!" diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Saçlarım fönlendi, ohhh hayat doğru yöne dönmeye başladı bir anda. Kadınsanız dünyanız ters dönüyorsa bazen bir fön yetiyor aklınızda olsun!

Günlerden cuma olduğunu ve akşam Parov Stealar konserine gideceğimizi, önümüzdeki iki günü zaman limiti olmadan "Aşk" ile geçirebileceğimi, vücudumun margarita ve kahvaltı keyfi ihtiyaçlarını sonunda tam olarak karşılayabileceğimi hatırladım.

Sonra Aşk'tan bir mesaj geldi: "Gel benim yanıma gel. Direk bana gel. Dün zaten 10 da geldin. Ne zaman yetti bana ne sen yettin. Böyle işi gücü stajı bırakıp 1 ay yurtdışına bile kaçsak sen bana yetmeyeceksin zaten. Ne olacak bizim halimiz :)"diye.  "İçimin yağları eridi" deyimini bugüne kadar hep çok manasız bulmuştum. Değilmiş meğerse. Benimkiler de eridi.

Sonra Facebook üzerinden "Thank god it's gonna be friday each and every week!*" başlığı altında mesajlaşarak yaptığımız cuma planının uygulanacağı saatler geldi. BiBuçuk'ta kanat & bira eşliğinde karnımızı doyurarak toplanmaya başladık. BiBuçuk benim yıllardır bu kadar sık gitmeme rağmen hala çok keyifle yemek yediğim ender yerlerden biri. Sadece menülerini değiştirmişler, benim en favorim olan Combo Kanat'ı kaldırmışlar, kendilerini şiddetle kınıyorum! :) Neyse en azından acılı kanatları da hala leziz.


Günün anlam ve önemi Parov Stelar konseri olduğu için oradan sonra da Ghetto'nun yolunu tuttuk. Ghetto'ya çok uzun zamandır gitmemiştim ben. Aynı gün yangın çıkmış ama konseri etkileyen bir durum yokmuş, sadece teras kısmı kapalıydı. Geniş tavanını ve dekorasyonunu özlemişim Ghetto'nun. Parov Stelar da gerçekten çok iyiydi. Keyifteki aksayan tek şey, yaptıkları kokteyllerin berbat oluşuydu. Hayatımda içtiğim en kötü margaritayı orada içtim. Giderseniz biradan şaşmayın derim o yüzden.

Konserden sonra 444project'in yaptığı ev partisine uğradık. Sene boyunca değişik konseptlerde partiler yapacak olan bir ekip bu ekip. Biz gittiğimizde en hızlı bira içme yarışması yapılıyordu, çok eğleniyordu herkes. Parov yorgunu olduğumuz için çok fazla kalamasak da, bir zamanlar ecevesezen şeklinde sürekli birllikte takıldığımız, epeydir görmediğim için çok özlediğim Ece'yi de o partide ayaküstü yakalamış oldum, şahane oldu.

Aşk yuvasında güzel ve huzurlu bir uykudan ve Dada'da epey geç bir kahvaltıdan sonra, yogaya gittim. Bu konudan ayrıca ve uzun uzun bahsedeceğim, ofis arkadaşımla yogaya başladık, bütün ruh halimiz değişti. Son zamanlarda kendimize yaptığımız en iyi şeylerden biri olduğunu düşünüyoruz. "Yani off kendimi yorgun hissediyorum, hayatımda aslında herşey yolunda gidiyor, ama bir şey eksik sanki." diye düşünüyorsanız, yoga aklınızın bir kenarında olsun derim ben.

Yogadan sonra artık evimizin bahçesi kadar benimsemiş olduğumuz Cozy'e gittik. Yemek sonrası omzumuzda şallarımızla çaylarımızı içerek tatlı tatlı sohbet ettik. Sonra Aşk aklımıza bir sıcak şarap fikri düşürdü, ayaklandık. Kime / nereye sorsak "Daha mevsimi gelmedi." dedi. Sıcak şarap mevsimi ne zaman anlamadım ben doğrusu, yaz bitti mi havalar serinledi mi sıcak şarap mevsimidir benim için. Neyse ki sevgili Güven bize bir kıyak yaptı da, sıcak şarap sayıklamalarımızı dindirecek şipşak bir sıcak şarap hazırladı bize Hayal Kahvesi Bistro'da. Niyetimiz performansının çok iyi olduğu söylenen Sibel Tüzün'ü dinlemekti; ama benim ateşim çıkınca, şansımı fazla zorlamayayım dedim ve evin yolunu tuttum.

Gece yatağımda dönüp dururken,  Catherine Baba'nın "Şık olan aşktır." sözü aklıma geldi. "Sadece şık mı, o herşey." diye mırıldana mırıldana uykuya dalma denemeleri yaptım.

Bugün de kendime French Toast'lu güzel bir kahvaltı hazırladım, ilaçlarımı aldım ve uyumaya devam mı etsem yoksa, yavaş yavaş geç bile kaldığım taşınma hazırlıklarına başlayıp kıyafet ve kitap mı kolilesem diye düşünüyorum.

French Toast nedir, nasıl yapılır derseniz, bir kasede yumurta, süt ve tarçını karıştırıyorsunuz. Miktarlarını boş verin, hangisinin tadını daha çok seviyorsanız ondan bol bol koyun gitsin. Tost ekmeklerinizi bu karışıma batırıp, sonra biraz yağ erittiğiniz tavada önlü arkalı kızartıyorsunuz. Üzerine de meyve veya reçel koydunuz mu, yanında da bir kahve varsa, yummmii!

13 Ekim 2010

Yeraltı Sakinleri


Beat kuşağının* en sağlam yazarlarından biri olarak anılan, Amerika'da yaptığı yolculuklarını anlattığı Yolda kitabı kitapçılardan en çok çalınan kitap olduğu için pek çok kitapçıda kasanın hemen arkasında duran Jack Kerouac'ın bir diğer kitabı Yer Altısakinleri.

1958 yılında bir afro-amerikan ile olan aşk ilişkisinin hemen ardından eve kapanıp 3 gecede yazmış bu romanı. Türkçe'ye çevrilip, Ayrıntı Yayınları'nın Yeraltı Serisi'nden basılması ise daha çok yeni: Eylül 2010!


"Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların, beyaz zencilerin, aşağı tırmananların, yola çıkmaktan çekinmeyenlerin, uçurumdan atlayanların dili, sesi" olan Yeraltı Edebiyatı ile tanışmam ile bu bloga başlamam eş zamanlı sayılabilir, sekskolikleri anlatan Tıkanma isimli roman bu blogtaki ilk yazılardan birine konu olmuştu. O zamanlar bu blogun da daha yeraltı kıvamında olması, gizli saklı kenarda kıyıda kalmışlardan oluşması vardı aklımda. Zaten Tıkanma da sonra yeraltı edebiyatından Hollywood'a terfi etti bütün vuruculuğu törpülenip, romantik komedi olarak huzurlarımıza çıktı.

Neyse gelelim Yeraltı Sakinlerine... Roman demek çok doğru olmayabilir bu kitaba aslında. Spontane düzyazı olarak isimlendiriliyor Jack Kerouac'ın yazdıkları ve bu kesinlikle bu kitap için de romandan daha iyi bir tanımlama olur. Anlatım ilk önce zamansal ve kelime dizilişi olarak çok karmaşık gelse de, sonra "sorumluluk", "ilişki" , "hayat tarzı" kavramlarının tamamen bambaşka algılandığı bir dünyanın içinde buluveriyorsunuz kendinizi.



Kitaptan;

"Sanki yeterince derdim yokmuş gibi, sanki eski aşklar bana aşkın mesajının hep bir yenisini, hem de yaşam boyunca hep hep bir yenisini istemek olduğunu öğretmemiş gibi."

"Meksikalıların bolerosu, spagetti yiyenlerin İtalyan tenoru, aniden açılan KPFA radyosundan gümbür gümbür yükselen Vivaldi klavsen için yazılmış senfonileri ve tümünün muhteşem karışımı. İşte bütün yaz, sevgilimin kolları beni sarmışken bunları dinledim."

" Her şeyi sormak istiyorum, soramıyorum, nasıl sorulacağını bilmiyorum: Senden istediğimin sırrı nedir, kadın ya da erkek ne demektir, aşk ile neyi kastediyorum ya da neden ısrar etmek, sormak zorundayım ve neden seni bırakıp gidiyorum."

" Şimdi onu sonsuza dek göğsümde istediğimi bilmek ne lüks!"

" Umudun ışıltısıyla pırıl pırıl başlayan geceler, haydi gidip arkadaşlarımızı görelim, bir şeyler görelim... Telefonlar çalar, insanlar bir gelir bir gider, paltolar, metropol heyecanları, herkese bir bira, herkese bir bira daha, muhabbet iyice güzelleşir, daha bir heyecanlı olur, alı al moru mor, herkese bir bira daha, gece yarısı, daha sonrası, al basmış mutlu yüzler artık delişmendir,  kristal dumanından ve içkiden gece geç vakit aptala bağlamış biri yalpalaya yalpalaya dadiubabbaaa sonunda barmene gider, Eliot'un bir kahini gibi: Kapatıyoruz!"

" Ona inanmıyorum. Ona bakınca gençliği arzuladığını şıp diye görebiliyorum. Eski kurdu kandıramazsın, ben ki on altı yaşında, yüreğinin öz suyu Muhteşem Chrysler Imperial Dünya Silecekleri ve Hüzünbezi ile silinip gitmeden önce umutsuz vaka bir flörtöze, bir aldatan kadına aşık olmuştum."

"Böylece oyunbazlık ediyorum gruba, hayata, hepsine ve yatak odasına yatmaya gidiyorum, tükenmiş bir halde kabuslara dalıyor ve yaklaşık üç saat sonra yürek parçalayacak denli arı, berrak, aklı başında, mutlu bir öğle sonrasına uyanıyorum."

" Ah sevgilim! Bugün bildiğimi o zaman da bilseydim muhabbete devam etmek için bara dönmek yerine, ona incinmiş gözlerle filan bakmak yerine, zamanın kasvetli denizinde ilgiden, avuntudan, denizin ya da zamanın günahının affından uzak öylece uzanmasına izin vermek yerine arabaya girip onunla otururdum, elini tutar, hayatımı vaat ederdim, onu korumaya söz verirdim: "Çünkü seni seviyorum ve hiçbir sebebi yok." 



*Beat kuşağını en güzel ekşi'den mandala tanımlamış: "Aşmış kuşak. herkes savaş sonrasında tipik bir burjuva hayatı yaşamaya başlamışken ve kimse hiçbir konuda uçlara gitmezken, onlar otostopla ülkeyi dolaşmaya, caz dinlemeye, edebiyatla ilgilenmeye, şiir okumaya, içmeye, çekmeye, doğu felsefeleriyle ilgilenmeye, her türlü ayırımcılığa ve savaşa karşı çıkmaya, kısacası canları ne istiyorsa onu yapmaya başlamışlardır."

Feist özlemişim, çok:
Feist - One Evening

11 Ekim 2010

10.10.10 dedin mi yaş olur 25!

Doğum günümü soranlara büyük bir keyifle cevap veririm ben, çünkü şık bir tarihte doğmuşum: 10.10  Özellikle bu seneki doğum günüm daha da şık oldu: 10.10.10! 

Daha haftaiçinde bir sürü kişi sormaya başladı:  "10.10.10 gibi bir tarih, sen 24 yaşını doldurup 25'ine giriyorsun, planlar nedir?" diye. 18 yaşında, gece hayatına yeni atılmış (sektöre yeni atılmak gibi oldu gerçi ama evet gece hayatı da ciddi bir uzmanlık ve pratik gerektiren bir alan :) ) , parti düzenlemek için bahane arayan bir hatunken "10.10.10'da çok çılgın bir şey yapacağım. Evlenebilirim, çocuk yapabilirim, hiç olmadı muhteşem bir parti organize ederim." diye atıp tutuyordum. Sanıyordum ki 2010'a daha çok var. Yokmuş, hemen geliverdi.

Ve ben parti organize etmek gibi bir sevdaya kapılmadım bile. Özel günler için plan yapmak beni  geriyor. Birbirinden bambaşka düzeni olan bir sürü kişiyi bir araya toplamak ve herkesin iyi vakit geçirmesi için çabalamak gözümde çok büyüyor. Doğum günümde böyle bir sorumluluk alıp stres olmak yerine özel hiçbir şey yapmamayı tercih eder hale gelmiştim son birkaç yıldır. Zaten akşam dışarı çıkıp, şerefe şerefe eşliğinde kadehler devirmek bizim için "kutlama"dan sayılmıyor, haftada en az 3 gece yaptığımız şey.



Gelgelelim "kendi halimde kalmak istiyorum" diyerek evde oturup bütün gün DVD izleyip durmak da bana göre değil. Tam bu sırada imdadıma "Aşk" yetişti. "Mimolett veya Mikla'da benimle başbaşa güzel bir yemek yer misin?" mesajıyla...

Biz kısa zamanda epey şey yapan / paylaşan bir çift olduk. Birlikte defalarca tatile çıktık, henüz taze bir ilişki için oldukça riskli bir şey sayılabilecek bir tarafın birkaç hafta yurtdışında bulunması durumunu atlattık, bir sürü konsere gittik, birbirinden çok farklı ortamlarda bulunduk, son Scorpions konseri gibi tarihi bir ana bile şahit olduk... Gelgelelim bütün bunlar son derece spontane, son derece kendiliğinden oluşan şeylerdi. Bu teklif "Aşk"ın bana ilk direk yemek teklifi oldu. Düşünmeden kabul ettim. "Güzel bir yemek yeriz başbaşa, tam 00:00 seansına da Filmekimi'nden 'Tanrılar ve İnsanlar' için biletim var. Oh mis işte, yemek, sinema, bir yeni yaş şerefesi" diye düşünmüştüm. Bu plan da gerçekten içime sinmişti. Zaten pazar günü de kızlarla Garipçe'ye "mutlu yeni yaş" brunchına gidecektik.



Cumartesi akşamı aynen planladığımız gibi "Aşk" ile Mimolett'e gittik. Daha önce hiç gitmemiştim, oldukça şık bir restoran ve sıradışı menüsü var. Gerçi ben yemek konusunda tutucu sayılabilecek bir insan olduğum için -geyik eti filan yemem mesela- deniz mahsüllü risotto'ya tav oldum. Yanında da bir kadeh beyaz şarap içtim. Beyaz şarap beni çarpıyor, herkesin böyle en çabuk etkilendiği bir alkol vardır ya; benimki de beyaz şarap işte. Hele şarap iyiyse daha da çok çarpıyor ki içtiğim Riesling harikaydı. İkinci kadeh mideme inerken, Aşk tıkır tıkır mesajlaşıp duruyordu. İş ile alakalı olduğuna dair gayet mantıklı bir açıklama yapmış olduğu için takılmadım buna hiç. (Tabii o saatlerde benim için yapılacak süprizlerden bi haberdim.)

Bir de bana bir hediye aldığını söyleyip, çok şık bir saati koluma taktı mı... Nasıl utandım anlatamam. Neden bilmiyorum bana ne zaman birisi hediye alsa, kendimi gerçekten mahçup hissediyorum. Hediyeme bayılmış olmama rağmen, hem aramızdaki kocaman masa hem de mahcubiyet sebebiyle yeteri kadar coşku gösteremedim.

Şaraptan kafam hafif çakır keyif, karşımda Aşk, kolumda güzel hediyemle otururken keyfim çok yerindeydi. Onun işlerin yolunda gidip gitmediğini kontrol etmesi gerektiği için otele uğradık, sonra aşk yuvamıza gittik ve dımdıdıdımdıııımmmm!



Herkes ordaydı. Ofisteki pek sevgili oda arkadaşımdan, uzun zamandır bir türlü denk gelip kavuşamadığım bebeklik arkadaşlarıma; son zamanlarda sürekli birlikte plan yaptığım çıtırlardan, seyahat ekibimizin demirbaşına; chuchalarımdan fakülteden arkadaşlarıma kadar yok yoktu. Hatta sonradan iki sene önce interrail faslımızda Budapeste ziyaretimizde bizi gezdiren Macar çocuk bile katıldı. Davetli listesinde olmasına rağmen boy göstermemiş olanların hesabını ayrıca soracağım, listenin bir örneği çantamda!! :))



Shotlar devrildi, Black'ler tüttürüldü, pastam kesildi, sohbetler koyulaştı, danslar edildi, hatta dansöz bile geldi!

Aşk yuvamızdan çıkıp Hayal Kahvesi Bistro'da geceye devam ettik. Gecenin sonunda yastığa kafamı koyduğumda çok mutluydum. Bir kere çok eğlenmiştim, ikincisi hayatımdaki en başarılı ve hiç pot kırılmayan süpriz partiyi yaşamıştım, üçüncüsü pek sevdiğim insanlarla birlikte bir gece geçirmiştim, dördüncüsü sevgilime bir kere daha aşık olmuştum.
Sabah kahvaltı servisi, sonra uyku, sonra yatak keyfi, sonra aile ile telefon konuşmaları, sonra mantı çılgınlığı derken doğum günüm resmen sona ermiş olarak bu satıları yazıyorum şu anda.

25 yaşıma, sağlıklı, çok sevdiğim arkadaşlara sahip olarak, sonunda fakülteden mezun olup içime fazla fazla sinen bir işte çalışarak ve kiracı sıfatından kurtulmak üzere olarak giriyorum. Bunların hepsi harika biliyorum; ama aynı zamanda bunların hepsi olmasını "umduğum" şeylerdi. Bilirsiniz, umduğunuz ve gerçekleşeceğine kuvvetle inandığınız şeylerin gerçek olması büyük bir etki bırakmaz bünyede. Asıl hiç ummadığınız bir şey gerçekleşirse etkilenirsiniz, şaşırırsınız ve çok sevinirsiniz. Ben bir adamla tam anlamıyla mutlu olabileceğimden umudu gerçekten kesmiştim. Bütün o coşkulu tantanalı hislerim çok çok iki hafta sonra ortadan kayboluyor, içim diğer bütün erkekleri kaçırıyor olmanın telaşı ile doluyor ve sıkıntıdan çatlar hale geliyordum. İlişkilerim iki haftadan uzun sürüyordu, ama ben o süreden sonra o adamı çoktan gözden çıkarmış yedekleme yapmaya başlamış oluyordum. Marifet değil biliyorum, ama bunu kesinlikle değiştiremiyor ve sorunlu olduğumu düşünüyordum. Ve ben şu anda bambaşka bir ilişki yaşıyorum. Bu ilişkideki Sezen ile diğerlerinde Sezen arasında neredeyse hiçbir benzerlik yok. Kendime, hissettiklerime ve yaşadıklarıma inanamıyorum. Ve 25 yaşıma çoktandır varlığından umudu kestiğim hislerle ve aşkla giriyorum.



Yeni yaşta kararlar alınır dilekler dilenir ya, ben bu sene dilemiyorum, şükrediyorum. Elimdekileri koruyabilmeyi umuyorum. Eh tabii yarın başlayacağım yoga derslerini aksatmasam ve daha düzenli uyusam da hiç fena olmaz.

Merhaba 25! Güzel başladın, güzel kal.


08 Ekim 2010

Adım attığı yeri neşeyle dolduran, kocaman cüssesine rağmen hiç ağırlığı olmayan insanlardandı.

Onunla ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum. Kendimi bile hatırlamadığım yaşlarda olsa gerek...
Aslında uzaktan da olsa akrabamdı ama "bilmemkimin kardeşi" gibi dolaylı akrabalık belirten sıfatlar onun için hiç kullanılmadı, o her zaman herkes için hep "Beco" oldu.

Ben küçücük bir çocukken Adana'daki evimize gelir, bizimle en az bir ay yaşardı. Evde herkes onun gelişlerini iple çekerdi. Adım attığı yeri neşeyle dolduran, kocaman cüssesine rağmen hiç ağırlığı olmayan insanlardandı.

Ona dair hatırladığım ilk imge: sakarin. Yurtdışından aldığı sakarinleri kalp, yıldız ve yuvarlak karışık şekillerde olurdu, sakarin kutusunun tepesine basıp hangi şekilde sakarin gelecek tahmin etmeye çalışır, arada sırada da sağlıksız olduğu için yememe izin verilmeyen o aşırı tatlı şeyden birkaç tane ağzıma atardım.

Çocuk kıyafetlerinin Benetton ve NafNaf ile sınırlı olduğu o yıllarda, herkes kendisine bariz büyük gelen kıyafetlerle dolaşırken, ben Beco'nun elinden çıkan kalıp gibi elbiselerle şıkır şıkır çok dolaştım. (Mesela aşağıdaki fotoğrafta üzerimdeki kırmızı elbise onun diktiklerinden biri)

  

Boşnak göçmenliğinden kaynaklanan bozuk şivesini bir sürü düzeltemediğinden, konuştuğu Türkçe ve kullandığı bazı kelimeler aramızda espri konusu olur, aylarca gülerdik. Her seferinde "Beco'nun cümlelerini bir yere yazalım unutmayalım" dememize rağmen, kimse bunu yapmadığı için geriye sadece kahkahaların anısı kaldı. Kelimeler unutuldu.

Yaşım büyüdükçe onun ne muhteşem bir kadın olduğunu keşfettim. Herkes bayılırdı ona. Sülalemde güzelliği ile nam salmış olanlardan biri değildi, ama en az onlar kadar hasta ederdi herkesi kendine. Kadın gibi kadındı. Yıllar sonra en hasta, en yerinden kımıldayamadığı durumlarda bile hiç gerçekten keyifsiz görmedim onu. Eve gireni iltifatlar ve neşeyle karşılardı, kim olursa olsun. "Aman da aman benim yakışıklım gelmiş. Ne de yakışmış gömlek ona. Yoruldun mu? Dur bakiim. Ne yemek istersin?"  veya "Güzeller güzeli kızım benim. Maşallah, ah ah ah. Gel gel otur bakayım söyle. Bir kahve yapayım mı?" 

Marifetli kadındı. Güzel dikiş diker, güzel yemek yapar, güzel şarkı söylerdi. Alkol içmemesine rağmen, özel günlerde kolasına votka eklerdik, başlardı şarkıları söylemeye. Midesine de çok düşkündü, yıllarca fıkra gibi anlatılan gerçek bir hikayesi vardır: Bir gün İstanbul'da güzel salam almak için gidiyor, 1 kilo salam alıyor, dolmuşta eve dönerken "Tadayım bakayım şunu bir." diyor, bir dilim alıp yiyor. Pek de güzelmiş, diyip bir dilim daha alıyor. Sonunda eve hepsini yediği salamların paketi ile giriyor.

Gerçekten eğlenceli hikayeleri sık sık anılır, kendisi de bunlara bizimle birlikte gülerdi. Eski kocası pilot olduğu için uçak biletlerinde indirimi vardı sanırım, Avusturalya'ya giderdi sık sık. Bir keresinde Avusturalya'dan dönerken bir bit pazarına uğramış, kendisine güzel bir ayakkabı ve güzel kocaman bir çanta beğenmiş almış. Yolda çantası omzunda, gençler buna bakıp bakıp gülümsüyorlarmış. En son dayanamamış sormuş, noluyor diye. Meğerse Beco'nun beğenip aldığı çanta tenis çantasıymış. Kocaman cüssesi, herhalinden ev hanımlığı ile tenis çantası taşımasının esprisine gülüyormuş çocuklar. Bizimki de onlarla birlikte gülmüş. 

Benim en net hatırladığım ve ne zaman aklıma gelse beni güldüren anı, birlikte Ulusoy ile İzmir- İstanbul yolculuğumuzdu. O zamanlar sadece THY var uçak olarak ve son derece pahalı, genellikle otobüs ile seyahat ediyoruz. Ulusoy da yeni yeni kendini göstermiş, Ulusoy ile seyahat etmek pek bir moda. Gece atlamışız otobüse, İstanbul'a anneanneme geliyoruz Beco ile birlikte. Otobüste kulaklık ve radyo kanalları olması fena teknolojik bir şey, CD çalarımız kalem pillerle çalıştığı için bütün yolculuğa yetmiyor, bu hayat / yolculuk kurtaran teknoloji. Ben müzik dinlerken sızmışım, bir an bir şeye uyandım. Beco takmış kulaklıklarını, kendine bir Türk Sanat Müziği kanalı bulmuş, şarkıya eşlik ediyor avaz avaz. Sonra yeniden uyudum, bir uyandım,  Beco kek ve çay & kahve servisi yapan adamın arkasında "Onla doymazsınız" diye evde hazırlayıp paketlediği leziz zeytinyağlı sarmaları servis ediyor otobüse.

Birkaç ay önce Çeşme'den dönüşte, İzmir'de Beco'ya uğramıştım, sadece bir öpmek için. Evde yoktu, denk gelememiştik. "Yine gel daha sonra tamam mı?" demişti, "Gelirim tabii." demiştim. Ama o gitti, çok uzaklara...
Artık bir Beco'muz yok, artık sadece kahkahalarla değil, hafif bir buruklukla anılacak matrak anıları var. Renkli bir kişilikti, herkesin birbirine benzer göründüğü ve aynı hayatları yaşamak için çırpınıp durduğu şu günlerde gerçekten "kendisi" olan birini daha kaybettim.

07 Ekim 2010

Ahçik, tetas , yumoş... Kafanız meterlenmedi mi yoksa?

Topaz'da tezgâh, hayattır. Satmak için her şey yapılır. Şiddetten şehvete kadar, bütün yollardan gidilir.
Yol kalmayınca yenisi açılır.

Malafa, satmanın ve satın almanın öyküsüdür.

Satmak için kendilerinden vazgeçenlerin, satın almak için kendilerini kaybedenlerin öyküsü.

İnsanların değil, ancak paranın yolculuğu olan turizmin öyküsü.

Tezgâhtarların sattıkça, sattıkları mallara dönüşmeleriyle ilgili. Turistlerin satın aldıkça, nefret ettikleri iş hayatlarından intikam almalarıyla ilgili.

Malafa, her şeye inanmak için valizini toplamış olanla, her şeye inandırmak için yatağından kalkanın karşılaşması.

Topaz adındaki dev kuyumcuda mücevherler küçük bir ayrıntı.

Önemli olan, içine her şeyin dahil olduğu "tatil" adındaki zaman diliminde, turisti, şehvet, şiddet ve eğlenceye boğmak.

Önemli olan, gerçek hayatla turistin arasına, altından bir duvar örmek.



Evcil bir insan olduğum söylenemez benim. Yatak keyfi yapmayı, uzanıp saatlerce dergi ve kitap okumayı, bedenen evde zihnen çok uzaklarda olmayı çok severim sevmesine, ama öyle günlerde bile market, kuaför, banka, bir kahve içip gelmek, kitap alışverişi yapmak gibi sebeplerle mutlaka dışarı çıkarım. Arkadaşlarımın da benden geri kalır hiç bir yanı yok. Hatta sevgilim şimdiden endişelenmeye başladı, yeni ev heyecanıyla fazla evcil bir insan olur muyum diye.

Bu kadar sokaklarda olunca, bazı ritüeller edinmeye başlıyor insan. Dot'un oyunlarına gitmek bunlardan sadece biri. Dot'un izlemediğimiz bir oyunu sergilenmeye başlayınca, Sino ile "Gidelim mi?" sorusunu pas geçip, "Ne zaman gidiyoruz?" sorusunu yöneltiyoruz birbirimize. Kürklü Merkür, Shopping and Fucking ve Punk Rock'tan sonra dün akşam da Malafa'yı izledim.


Dot, oda oyunu denilen türün en başarılı ve istikrarlı temsilcisi. Arada sırada benzer topluluklar çıkıp Mark Ravenhill’in başka oyunlarını sahnelese de, sonradan kayıplara karışıyorlar. Şimdiye kadar hiç Dot'ta oyun izlemediyseniz ilk izlediğiniz oyunda büyüleneceksiniz. Aklınızdaki "tiyatro"ya dair hiçbir şey yok bu oyunlarda çünkü. Ne dekor, ne sahne, ne kocaman bir salon... Bunların yerine dibinizde inanılmaz bir performans sergileyen oyuncular var. Üstelik de oyunlarda seks, şiddet, uyuşturucu unsurları değil tabu olmak, gözünüze gözünüze sokuluyor. Oyunları izlerken rahatsız olmakla, hayran olmak uçları arasında gidip geliyorsunuz. Çıktığınızda orada harcadığınız tek bir dakikaya bile pişman olmayacağınıza garanti verebilirim. İlk izlediğim oyundan sonra, Mısır Apartman'ından dışarı çıktığımızda meydana kadar yürürken ağzımızı açıp tek bir söz söyleyemeyecek kadar etkilenmiştik. Birkaç oyun izledikten sonra, tarza alışınca, neyle karşılaşacağını bilince, o kadar büyük bir şok etkisi oluşmuyor.

Konsept aynı olsa da, konuda herhangi bir tekrar yapmamaları da büyük bir başarı. Bu oyunu diğerlerinden ayıran bir özellik de tercüme edilip uyarlanmış olmaması, doğrudan Hakan Günday tarafından Türkçe yazılmış bir eser oyuna uyarlanmış.

''Dünya bir tezgahtır. Tezgahın hangi tarafında hayat olduğuysa ancak ölünce anlaşılır.''

Euro'nun "yumoş", İsviçre Frangı'nın "çikolata" olarak anıldığı bu oyunda bol bol yazarın yarattığı argo kelime bulunuyor: "Tezgahtar mart, turist ahçiktir. satmak, meterlemektir. Pezevenkse, rehberdir.Bütün bunlara ev sahipliği yapan binaya da center denir. Turizm pornografidir...."

Bir kaç yeni kelime öğrenmek isterseniz buradan buyurun; 

ahçik: kız, kadın
camperlemek: uzaklaşmak, gitmek, uzamak
meterlemek: sikmek, becermek
pafküf: sigara, esrar
paks: kişi, müşteri
potpot: kumar
tetas: meme


Bir başka vazgeçilmez alışkanlığımız da Cozy'e gitmek. Geçen gün "Siz her gün açık mısınız?" diye sordum da, işletmecisi "Haftanın hergünü burada olan bir kadının bu soruyu sorması da bir enteresan" diye yanıtladı beni. Sonra düşündüm sadece pazar günü hiç gitmedim Cozy'e, kahvaltısı da lezizmiş, bir ara bu da telafi edilir artık.

Gerçekten son bir aydır evimden daha çok zaman geçiriyorum Cozy'de, bir de eskiden sadece perşembe günleri olan canlı müzik, artık haftada iki güne çıktı. Çarşambaları da Müfide İnselel var. Şarkı seçimlerini çok beğeniyorum ben, çarşamba çarşamba içesiniz, avaz avaz olmasa da şarkı söyleyesiniz geldiyse mutlaka bir uğramalısınız.


Yok kış geldi, jazz ve film festivaline rağmen evimde oturacağım, Malafa da Cozy de beni ilgilendirmiyor derseniz de, yukarıdaki resmi bilgisayarınızın masaüstü resmi yapın da kikirdeyin arada.

Ben bu satırları yazarken pek sevgili çıtırığım Facebook'tan paylaşmış, uzun zamandır dinlememiştim Nil & İlhan Erşahin ortak şahaserini, özlemişim:

06 Ekim 2010

“Parmak izlerimiz dokunduğumuz kişilerin hayatlarından kaybolmaz.” demiştin. Herkes için doğru mu bu? Yoksa şairane bir saçmalık mı?

"Gandhi hayatta yaptıklarınız önemsiz olacaktır ama önemli olan onları sizin yapmış olamızdır, demiş.Sanırım ilk kısmına katılıyorum. 22 yaşındayken Gandhi'nin üç çocuğu vardı, Mozart'ın da 30 senfonisi."

Bu cümle Remember Me'den... Film çok vurucu başlıyor, minicik bir kız çocuğunun gözünün önünde annesi vurularak öldürülüyor. Sonra aile ilişkileri çok çapraşık olan  bir adam ve bir kadının aşk hikayesine dönüşüyor. Tam mutlu sona koştuğunuzu sanırken, süpriz ve beyninizden vurulmuşa dönüyorsunuz. "Nasıl yani?"

-spoiler-
Filmin ortasında İkiz Kuleler'in yıkılışını çoğu kişi zorla ekleme bulup, alakasını sorguluyor. Oysa bu yanlış bakış açısı, tam tersine doğal hale getiriyor bence filmi. Gerçekte de İkiz Kuleler'in içinde can veren kişilerin hayat akışına bakınca, orada bombalanarak ölmek de hayatının diğer parçalarından tamamen alakasız bir durumdu.
-spoiler-




Hayatımda izlediğim en iyi filmlerden biri diyemem; ama beklediğimden oldukça iyiydi. Tek gecelik kadının çantası adı altında içinde kozmetik, şarj aleti ve taksi numaraları bulunan bir çanta pazarlama fikrine de, ölüm korkusu yüzünden tatlısını yemekten önce yiyen, bunu da  "Beklemenin ne anlamı var ya yemegimi yerken olursem?!" diye açıklayan kıza da bayıldım.

Bir keresinde bana “Parmak izlerimiz dokunduğumuz kişilerin hayatlarından kaybolmaz.” demiştin. Herkes için doğru mu bu? Yoksa şairane bir saçmalık mı?

Ben bu aralar herşeyi yapma arzusuyla dolup taşıyorum. MSA'da yemek eğitimi almak, yeni evimi dayayıp döşemek için kendimi dekorasyon dergilerine gömmek, dalış kursuna gitmek, yazı atölyesine katılmak, GSÜ'nün hukuk sertifikası programlarına katılmak, bir sürü zamanımı "Aşk"a rezerve etmek...  "Her şey çok güzel olacak hissi" bütün bedenimde, bütün gözeneklerimde.

Böyle hissetmiyor olabilirsiniz şu anda, ben de mesela dün Pano'da çok lezzetli şarabın kadehinin içine göz yaşları döktüm, ağlamamı durdurabilmek için ağzıma paçanga böreğini de tıkıştırdım. Böyle gel-gitlerim de oluyor bu aralar. Bugün öyle değilim, şimdi ofisteki oda arkadaşımla yogaya yazılmaya gidiyoruz, sonra da Malafa'yı izleyeceğim, sonra da "Aşk"layım. Ama siz bugün bir şeyler yapma şevkiyle dolup taşmıyorsanız da sıkılmayın, oluyor bazen, oturun  "Remember Me" izleyin ağlayın. Oluyor arada, geçiyor sonra. Neyin var diye sorana da, havalardan deyin geçin. Amaaan!

03 Ekim 2010

Sahne önü Scorpions konseri mi yoksa evde mantı keyfi mi?

  

"Kışın geldiğini bilmek güzel değil mi ve hayatın biraz daha sakin olacağını. Ve sen evinde olacaksın canın ne isterse yaz bana. Birbirimize sokulup keyifli geceler geçireceğiz. Ve sen evindesin şimdi, dinleniyorsun, iyi yemek yiyorsun çünkü fazla üzülmemen gerekiyor. Ve sen iyi olduğunda ben de daha iyi hissediyorum."

Jack Kerouac'ın son kitabındaki bu satırları okurken "Ah işte benim kış sezonum da böyle geçecek sanırım. Daha evcil, daha sakin." diye düşünmüştüm. Yaz sezonunu resmen geride bırakıp da ekim ile birlikte yeni sezonu başlattığımız bu haftasonu bana ne kadar yanıldığımı gösterdi:  Evden cuma sabahı Kartal Adliyesi'ne gitmek için çıkmıştım, pazar akşamı ancak geri geldim.

Sıcak ve uzun bir banyo keyfi üzerine içilen mis kokulu kahve eşliğinde geride kalan mutlu anları anmak da en güzel dinlenme biçimi, buna da şimdi karar verdim. :)


Cuma akşamı White Mill'in çok keyifli bahçesinde lezzetli bir akşam yemeği yiyerek başladık haftasonuna. Geçmişten, ortak tanıdıklardan, bir zamanlar en yakınımız olan bir sürü kişiyle artık hiç görüşmüyor olmanın garipliğinden söz ettik. Yemeklerimiz ve şaraplarımız bitince Nev konserine gidecek olanlarla ayrılıp, Hayal Kahvesi Bistro'nun yolunu tuttuk.


Hayal Kahvesi Bistro, İstiklal Caddesi'nin başındaki İş Bankası'nın arasında.
Asmalımescit'ten fena halde sıkılanların, ama "Otur, iç, sohbet et nereye kadar? İki de dans etmek istiyorum." diyenlerin vahası olmaya aday. Hem İstiklal Caddesi boyunca yürümeye üşenmek söz konusu değil, hem de pekala saatlerce dans edilebilecek bir müzik ve ortam sunuyor. Sigara içenler de düşünülmüş, kapının önünde dizilmeye gerek yok, yan tarafında masalar, sandalyelerle sigara içilebilen bir alan da mevcut.

Kafam da güzel olsun diyorsanız, absinth & viski & jagermeister karışık bir shot var, yanarken pipetle çekip içiyorsunuz.

Alt katında da konserlerin yapılacağı bir alan varmış, henüz orayı hayırlayamadım ben de.


Güya cumartesi sabah erkenden kalkacak, Film Ekimi için bilet almak için Atlas Sineması'nın önünde sabah kahvemle sıraya girecektim. Ne mümkün! Aşk yuvamızdan ancak 13:00 gibi çıkabildik, Dada'da güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra, kendisine minicik bir pisi edinmiş olan Özge'ye gitmek için ayaklandık. Hava güzeldi, keyfimiz yerindeydi, taksiye binmek yerine Taksim'den Beşiktaş'a kadar yürüdük. Yürüdükçe acıktık, acıktıkça yiyecek bir şeyler aldık. Minicik pisiyi de aramıza alıp, Food Inc izledik.



Güzel bir belgeseldi, ancak "You can change the world with every bite." mesajı üzerimizde yeteri kadar kalıcı olmamış olsa gerek, film bittikten sonra "mantı mantı mantı" diye sayıklamaya başladık. Bodrum Mantı'dan siparişlerimizi vermiş beklerken, Scorpions konseri için de ayaklanmamız gereken saatler oldukça yaklaşmıştı. Koltukta yayılmış yatıyorduk, cep telefonundan oynanan oyunlar, müzikler, kikirdeşmeler, mayışıklık, tam ev moodundaydık. Neredeyse "Ne konseri ya, uyuyalım burada güzel güzel." diyecektik. Ama Scorpions'un da son konseriydi, Aşk ile birlikte tarihi bir ana tanık olma fikrine tapmıştım.


Maçka Küçükçiftlik Park nedense benim bir türlü kanımın kaynamadığı bir konser mekanı. Lokasyonunun güzelliğine rağmen, girişinin ve iç kısmının sakilliğinden rahatsız oluyorum. Ama dün, o kadar doluydu ki, sakillik filan görünmüyordu. Tek görünen şey eğlenen insanlar ve sahnedeki pek eğlenceli performanstı. Aşk ile birer bira devirip, en iyi bildiğimiz şarkısı "wind of change"i de dinledikten sonra, izdihama kalmamak için konserden çıkıp Taksim'e geçtik.

Taksim- Cihangir hattında geçen bir gece, sabaha karşı bol kikirdeşmelerle, uyuyan pek sevgili hatunumuza elimizde biralar, yanımızda bir hediye ile yaptığımız baskın, sonra öğlene kadar uyuma derken bir haftasonu daha dolu dolu ve Aşk ile geçti. Mmmmmmm =)

Pinterest'im

Instagram'ım