17 Kasım 2013

Günübirlik Pisa: Pisa Kulesi'den daha çok iz bırakan Il Montino

Uyurgezer bir halde, geceden hazırladığımız sırt çantalarımız arkamızda, Verrazzano'ya ulaşıyoruz. O güzelim cappucino ile güne başlama lüksünden vazgeçmek istemiyoruz. Pisa yolculuğumuza hazır olmak için, hadi yolculuğa hazır olmayı geçtim, gözümüzü açabilmemiz için kahveye fena halde ihtiyacımız var. 

Çizmenin sol kenarında boydan boya yaptığımız seyahatte en uzun zamanı Floransa'ya ayırdığımızda henüz Floransa'nın en seveceğimiz şehir olacağını bilmiyorduk. İsabetli olarak önceden öngörebildiğimiz tek şey, sürekli alışveriş yapacağımızdan dolayı parça sayımızın ve yükümüzün giderek artacağıydı. Bu yüzden de, sürekli olarak valiz taşıyarak enerjimizi boşa harcamamak için, Toskana seyahatlerimiz için bir merkez üssüne ihtiyacımız vardı ve Floransa buna konum olarak çok elverişliydi. 

Floransa'ya olan hayranlığımız elbette ki, diğer keşif noktalarımızdan vazgeçmemiz anlamına gelmeyeceğinden, sabah erkenden, aynen daha önce planladığımız gibi Pisa trenimize biniyoruz. Roma'dan Floransa'ya gelirken bindiğimiz hızlı trenin aksine, bu sefer, oldukça eski bir banliyo treni kullanarak, bir saat sonra, günlük güneşlik bir hava ile bizi karşılayan Pisa'ya ayak basıyoruz.


Trenden inen herkes, hiç vakit kaybetmeden Pisa Kulesi'ne doğru koşmaya başlarken, biz kendimizi ara sokaklara atıyoruz. 

Pisa'ya bundan yıllar önce geldiğimde "Bir eğik kuleyi görmek için buraya geldiğime inanamıyorum. Kuleden de başka bir bok yok burada." demiştim. Nasıl da yanılmışım. Ara sokaklarda saatlerce nefis kareler yakalayarak geziyoruz.

Kesinlikle o gün boyunca çektiklerim içinde en sevdiğim fotoğraf da, sağına soluna bakıp, kimsenin kendisini izlemediğinden emin olunca, telefonu ile kendi fotoğrafını çeken rahip oluyor:
















Sokaklarda avare avare gezdikten sonra, midemiz artık isyan ediyor, yemek istiyor. Evet, ana cadde boyunca sıra sıra dizilmiş onlarca restoran var, ama biz artık turistik olan her mekandan uzak durması gerektiğini öğrenmiş deneyimli turistleriz. 

Gelgelelim hiçbir yerde araştırma yapabilmem için wi-fi yok, not defterlerimize Pisa'ya dair hiçbir not düşmemişiz ve maalesef buradaki yerel halk İngilizce bilmiyor. 

Bir saat dükkanının önündeki kocaman göbekli amcayı hedef seçiyoruz, gidip tane tane konuşarak restoran tavsiyesi istiyoruz. İmkanı yok, ne kadar tane tane konuşsak da, el kol yapsak da ne istediğimizi anlamıyor. Pizzanın ana vatanı Napoli'den uzaktayız, ama son deneme olarak Türkçe, İngilizce ve İtalyanca'nın ortak kelimesini kullanarak, "pizza?" şeklinde şansımızı deniyoruz. Kocaman bir kahkaha atıyor, eliyle "gelin" işareti yapıyor, biz de onu takip etmeye başlıyoruz.

Hiç de hoş görünmeyen bir ara sokağa sapıyor, "Nereye götürüyor bu bizi?" diye endişelenmeye başlasak da, mideminizin emrine uyarak adamı takip etmeye devam ediyoruz.


Önünden bin kere geçsek dikkatimizi çekmeyecek ve hayatta da oturup yemek yemeyi aklımıza getirmeyeceğimiz bir yerin kapısına getiriyor adam bizi, eliyle gösterip "pizza" diyor. Haydi bakalım, IL Montino isimli kantin gibi bir yerdeyiz, burada çalışanlar da İngilizce anlamıyor; ama nefis bir fırınları var. El kol hareketleri ile iki pizza söylüyoruz. 



Biraz sonra kadın tost gibi bir şey uzatıyor. Uzattığı şey pizzaya benzemediği için, benim siparişim olmadığından eminim, arkamdaki birine uzatıyor herhalde diyerek yana çekiliyorum. Kadın elindekini tekrar bana uzatıyor. Ben yine hiç üstüme alınmıyorum. Kadın en sonunda "pizza pizza pizza" diyerek tekrar uzatıyor.

"Pizza mı?!!" Uzattığı şeyi alıyorum. Bari boğazımızdan geçsin diye, yine el kol işaretleri ile iki tane de bira almayı başarıyoruz ve dışarıdaki masalara oturuyoruz. 

Bir ısırık... Tost gibi birbirine yapıştırılmış iki dilim pizzadan oluşan bu şey gerçekten inanılmaz lezzetli! Beş dakika sonra o mekana dair bütün fikrimizi değiştirmiş olarak, pizzaları yuvarlamaya başlıyoruz.

Sonra oldukça şık, üzerindeki her parçadan marka akan kadınlar içeri girmeye başlıyor. Meğerse o kantinin yan tarafında çok daha şık masalı bir bölüm varmış ve burası yerlilerin müdavimi olduğu bir yermiş. Biraz sonra bizim saatçi de arkadaşları ile geliyor, gülerek bize selam veriyor, İtalyanca bir şeyler söylüyor, biz de ona o şaşkınlık ile atladığımız, gecikmeli teşekkürümüzü iletiyoruz. 


Daha sonra bu restoranın aldığı ödülleri görüyorum. Pek çok restoranın ana caddedeki kapısına yapıştırdığı bu ödül stickerlarına o kadar önem vermemişler ki, biberlerin arkasına atmışlar. Pisa'ya yolunuz düşerse, buranın o tost görüntülü pizzasını es geçmeyin derim. 


Karnımız doyduktan sonra, olmazsa olmaz turist pozunu vermek için Pisa Kulesi'ne gidiyoruz.





Orada oturup saatlerce kule ile poz veren insanları izleyebilirim, kadrajdan bakmayınca o kadar komik görünüyorlar ki! Annem insanların arasına girip, rastgele karate hareketleri yaptığında bile kimse dönüp bakmıyor, kimseye garip gelmiyor. Çünkü her yaştan, farklı ülkelerden gelmiş yüzlerce insan Pisa Kulesi'ni tutmanın peşinde... :)



Özellikle şu iki kızın baş örtüleri ile yerlerde yuvarlanmaları, popolarını havaya dikmeleri filan fena halde eğlendiriyor beni:


Pisa Kulesi'nden sonra kahve saatimizin geldiğine karar verip, yolun üstündeki rastgele bir pastaneye oturuyoruz: Dolce Pisa. Soğuk kahvesi ile kremalı tatlıları aklımızı başımızdan alıyor. 

Bizim bildiğimiz krema çoğu zaman ağır yumurta ve yağ kokulu bir şeydir. İtalya'da ise hamur işlerinde ricotta peynirinden yapılan bir krema kullanıyorlar ve gerçekten kremanın en lezzetli, en hafif, en doyulamayan versiyonu ortaya çıkıyor. 

Dolce Vita'da yediğimiz ricottadan yapılmış tatlılar da çok ama çok lezzetli. 


Dönmeden önce biraz alışveriş yapmaya niyetliyiz; ama siesta zamanı, o yüzden dükkanlar kapalı. Sokaklarda biraz daha dolanıp, fotoğraflar çektikten sonra Floransa trenine doğru yol alıyoruz. 






Floransa'ya dönüş treni daha hareket etmeden sızıyorum ve Floransa'ya gelene kadar da gözlerimi açamıyorum. Sabah erkenden kalkıp, bütün gün boyunca kahve ve yemek molaları dışında hep yürüyünce, bulduğu her fırsatta kestirmeye başlayan bir insana dönüşüyorum.

Floransa'ya gelince istikametimiz Piazza Signoria oluyor. Daha önce Accademia'da orijinallerini görmüş olduğumuz heykellerin replikaları ile dolu bu meydan, Floransa'daki en sevdiğimiz meydan oluyor. 


Davud heykeli de çok güzel, ama benim favorim, aşağıda sizin için üç farklı açıdan çektiğim, yaşlı bir adamın üzerine çıkmış,  yukarıya uzanan bir kadını kavramış olan daha genç bir adamın heykeli. Birbirlerine öyle bir dolanmışlar ve heykel öyle güzel tasarlanmış ki her açıdan bakınca başka birinin yüzünü görüyorsunuz.

Heykeli yapana anlamını sorduklarında aldıkları cevap: "Bir anlamı yok, ben sadece sanatın ne kadar muhteşem olabileceğini göstermek istedim." oluyor. Gerçekten de muhteşem, saatlerce altında oturup izliyorum bu heykeli ve çok etkileniyorum. 





Piazza Signoria'da heykeller çok güzel ışıklandırılmış, her tarafta oturan insanlar var ve en önemlisi wi-fi var. Ki İtalya'da wi-fi çok kıymetli bir şey; çünkü free wi-fi yazan pek çok yerde bile internete bağlanabilmeniz için bir italyan hattınız olması ve telefona gelen doğrulama kodunu girmeniz gerekiyor. Yani İtalyan hattınız yoksa, bağlanamıyorsunuz. Ayrıca otellerdeki internet bile ya ücretli, ya da 2000'de kalmışçasına yavaş. 

Her an foursquare check-inleri yapalım, her fotoğrafı paylaşalım diye de istemiyoruz interneti, Toskana turumuzu organize edebilmemiz ve en son durağımız olacak Milano'daki otelimizi ayarlayabilmemiz için internet şart. 

Bu yüzden hem karnımızı doyuralım, hem de bu işlerimizi halledelim diye meydandaki Bargello isimli bir restorana oturuyoruz. Tamamen turistik bir yer, masaların çoğundan Türkçe konuşmalar yükseliyor ve yemekler daha önce yediğimiz yerlerle kıyaslayınca oldukça kötü. Tanıdıklarla bile karşılaşıyoruz burada; paket tur ike gelmişler, bütün vakitlerinin otobüste geçmesinden şikayetçiler, yemekler hayal ettikleri kadar güzel değilmiş ondan da şikayetçiler. "Böyle turistik yerlerde yemeyin, diyerek Cibreo ve Del Penello'nun adresini veriyoruz. 

Hem turumuzu, hem otelimizi ayarlamanın rahatlamasıyla "İnternet olmadan önceki dönemlerde insanlar nasıl seyahat ediyorlarmış?" diye isyan ettiğimde, annem babamla bundan yıllar yıllar önce yaptıkları Paris seyahatini anlatıyor. Ortalama altındaki yemeğimiz bu seyahat anılarının attırdığı kahkahalar ile güzelleşiyor. 

Bu kötü yemeği telafi etmek için, yine Signoria Meydanı'ndaki Rivoire'ye geçiyoruz ve heykellere karşı içilen bir şişe şampanya ile kendimizi şımartıyoruz.  İtalya'da insanın kendini en iyi şımartma yöntemi şampanya. İnanılmaz ucuz. Türkiye'de İnci Damlası denilen dandik şampanyayla uzaktan yakından alakası olmayan şeyi alamayacağınız bir fiyata İtalya'da gayet lezzetli şampanyalar içebiliyorsunuz. Rivoire'de iki espresso 10 euro iken, küçük şişe şampanya 30 euro dersem daha iyi anlatmış olurum durmu sanıyorum. O yüzden gitmişken, bu lüksü sonuna kadar kullanın. Çünkü yıllardır iddia ettiğim üzere en temiz sarhoşluğu da bundan başka hiçbir içkiyle yaşayamıyorsunuz :)




5 yorum:

kılıç dedi ki...

Çok beğenerek okudum yazılarınızı. Roma da iki ay kalmış biri olarak tespitlerinize katılmamak elde değil. İtalya ve özelinde Roma benim için çok güzel anılarla dolu. Tekrar hatırlattığınız için çok teşekkürler.

zillosh dedi ki...

Ah, çok mutlu ettiniz beni çok teşekkür ederim :)
Yaz için de aynı seyahatin sahil kesimini hayal etmekteyiz, sonu yıne Roma'da bitecek şekilde. Muhteşem anılardan kalan, süper tavsiyeleriniz de vardır diye düşünüyorum. Fırsatınız olduğunda paylaşırsanız da çok minnettar olurum.

Sevgiler

Merve Şanlıtürk Kıyak dedi ki...

Sezencim biraz daha teknik bir bilgi soracağım :) Şehirlerarası tren biletlerini internet üzerinden gitmeden önce mi almıştınız? Yoksa orada bir gün öncesinde gişeden mi? Bana verdiğin ilham sanırım bu yaz gerçek oluyor :) Araba kiralamakla tren seyahati arasındayım. Sence hangisi mantıklı?

zillosh dedi ki...

Mervecim süper havadis bu! =)

Şimdi bütün bildiklerimi paylaşıyorum, umarım işine yarar :)
Şehirlerarası tren biletini internetten eurorail yerine orada lokal sağlayıcıdan almak daha ucuza geliyor. Üstelik de tek gidiş-tek dönüş yerine gidiş dönüş alınca da fiyat daha ucuz oluyor.
Sadece makineden alınca, iki kişi için yan yana bilet vermiyor garip bir şekilde. Sürekli insanlardan yan yana oturmak için yer değiştirme ricasında bulunup durduk. :)

Şahsen ben tren sever bir insanım ve İtalya için de tren süper bir tercih. Çünkü uzun mesafelerde hızlı tren harikalar yaratıyor. Neredeyse uçak ile kapışacak sürede yol alıyor. Ve hızlı trenlerin içi de süper konforlu. Biletler biraz pahalı ama kesinlikle değiyor.

Arabaya hiç ihtiyaç duymadık biz, hatta bütün enerjimizi şehirde harcadığımızda ayaklarımızı uzatıp uyuyarak değerlendirdik zamanı.

Yalnızca Toskana'nın San Gimignano bölgeleri filan tren ile gidilebilecek yerler değil. Oralara biz turla gittik, yol yordam bulmaya güvenirseniz oralar için araba olabilir.

Ayh umarım bir işe yaramıştır bu cevaplar. Öperimmm çoook

Merve Şanlıtürk Kıyak dedi ki...

İşe yaradı yaramaz mı? :) Artıları eksileri düşünüp bir karar vermem lazım artık. Rotamız İstanbul-Bergamo-Milano-Genova-Pisa-Floransa-Roma - İstanbul rotasında (bu seferlik kasabaları es geçerek) bir tatil yapmak. Booking.com hayatımızı kurtarıyor, ulaşımı da önceden ayarlayıp gitmek mi lazım diye kararsız kalmıştım. Verdiğin ilham ve bilgiler için çoook teşekkür ederim :) Öpüyorum ♥

Pinterest'im

Instagram'ım