17 Temmuz 2014

Dört kere yıkılıp yeniden kurulan Varşova'da nereyi gezmeli, nerede ne yemeli?

Hakkında çok bir şey bildiğimden değil ama hayalimdeki Varşova, masalsı bir yer. Yan yana eski binaların dizildiği, savaşların izlerini taşıyan, tarih ve yaşanmışlık dolu arnavut kaldırımlar hayal ediyorum.  Bir önceki gün Varşova'nın merkezinde takıldığımızdan aradığımızı bulamamış olmaktan hayal kırıklığı içinde, ikinci gün erkenden uyanıp, sokakları arşınlamaya başlıyoruz. Bu şehrin sembolü boşuna yeniden doğuşu simgeleyen feniks (anka) kuşu olamaz.

Aradığımı Stare Miastro'da buluyorum. 

2. Dünya Savaşı bu ülkede bir tarafta Naziler bir tarafta Sovyet askerleri ile çok tahrip edici geçtiğinden, savaş esnasında, bu bölge de büyük ölçüde yok olmuş ancak 1950'li yıllarda restore edilerek, Unesco'nun dünya mirası listesine girmeyi başarmış. 


Kiliseler, kaleler, meydanlar ile gerçekten masalsı bir bölge burası.





Aşırı dozda radyasyondan ölen ve radyoaktivite çalışmalarından dolayı biri fizik biri kimya olmak üzere iki Nobel ödülü bulunan ve ayrıca Sobonne'daki ilk kadın profesör olan Marie Curie'nin doğduğu ev de müzeye dönüştürülmüş olarak bu bölgede yer alıyor.




Bütün bu tarihi binalar hiç ilginizi çekmese bile, meydanda bir yerlerde oturup bir şeyler içip o atmosferi tadın derim ben. Bir de Dominican Church altına kurulmuş minyatür bir cafe var: To Lubie (tercümesi: like it) Burada dondurma ile servis edilen, fırınlanmış elma tatlısını pas geçerseniz, eksik kalırsınız, o kadar lezzetli bir şey.


Bu bölge dışında şehirde görmeniz gereken diğer yerlerden bir tanesi Museum of the History of Polish Jews. Tarihi bir müze olmasına rağmen, oldukça modern bir mimariye ve etrafında oturması keyifli minik bir parka sahip.


Bir de ilgi alanınıza giriyorsa, Kopernik Bilim Merkezi'ni de listenize ekleyebilirsiz.



Bir de zaten şehre ayak bastığınızda pas geçemeyeceğiniz kadar merkezde ve kocaman bir tarihi bina var: Kültür ve Bilim Sarayı. 1950'li yıllarda Soyvet birlikleri tarafından inşaa edilen bu saray, 42 katlı ve Polonya'nın en yüksek binası.


Şehirde benim tereddütsüz en favori bölgem ise Plac Zbawiciela oldu. LGBT haklarını sembolize etmek üzere yapma çiçeklerden oluşturulmuş kocaman bir gök kuşağı ve 1900'lü yılların başında inşaa edilen Church of the Holiest Saviour bu meydanda yer alıyor. Meydanın lokallar arasındaki adı ise 'hipster square'.



Meydanda oturup bir kadeh köpüklü şarap eşliğinde peynir tabağı mideye indirerek geleni geçeni izleyebileceğiniz gibi, pek popüler olan sanat ve kitap cafesi MiTo'ya da geçebilirsiniz.

Şehirden birkaç popüler mekan önerisi vermeye gelirse sıra, kokteyl içmek için Solec'in; kahvaltı için Charlotte'nin; en iyi pizza için Maka i Woda'nın; bagel burger için my'o'my'ın yolunu tutabilirsiniz.

Bir de gitmek isteyip ben oradayken kapalı olduğu için ziyaret edemediğim Neon Müzesi'ne gidip, bana hediyelik bir şeyler alırsanız şahane olabilir :))



Şehirde gezerken gözüme çarpan, hoşuma giden detaylardan bir kaç kareyi paylaşarak bu yazıyı kapatıyorum. Benim favorim patenli panda. Ya sizinki hangisi?










 Yukarıdaki şarkı da, Sopot'a gidecek olan trenimizi beklerken, Nero'da Shazamladıklarımdan...



Yollarda kalın! 

1 yorum:

Blogger Bolat dedi ki...

Bu sene Polonyalı bir arkadaşımızın düğününe davetliydik ama gidemedik. Polonyalılar ilgili dikkatimi bir şey çekti, bunu arkadaşıma da söyledim Polonyalılar diğer Avrupalılara göre sanki daha dindarlar:) Bu benim şahsi gözlemim.

Pinterest'im

Instagram'ım