Yine Haziran 2009'da Tempo24'te yayınlanmış bir yazı:
Amsterdam, seks ve esrar ile özdeşleşmiş bir şehir olsa da; şehirde bunların ikisiyle ilgilenmeyenleri de günlerce oyalayabilecek kadar çok müze var: Rembrand Evi, Anne Frenk Evi, Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi…
Biz önce Erotik Müze’nin ve Amsterdam Seks Müzesi’nin yolunu tuttuk. Dünyanın ilk vibratörünün dev boyutta ve çok komplike çalışan bir alet olması karşısında kahkahalarımızı tutamadık, bütün çizgi filmlerin erotik versiyonlarını izledik, kocaman plastikten penis heykeline sarılıp fotoğraf çekildik ve yine hatıra fotoğrafları için hazırlanmış iki yanında iç çamaşırlı mankenlerin oturduğu işkence sandalyesi gibi objelerle zaman geçirdik.
Bütün “ayıp” ve “tabu” kavramlarımız yerle bir olmuşken, diğer müzelere gidip tablo ve heykel izleyecek halimiz yoktu ya; kendimizi sex shop’lara vurduk. Çoğunun girişinde “Burası müze değildir, bir şey satın almayacaksanız girmeyin.” levhaları vardı; ama buna rağmen müze gezer gibi gezdik bu mağazaları da. Vibratör ve diğer bütün oyuncakların çeşitliliği hayal gücümüzü zorladı.
İnekler sebebiyle yapılan “Hindistan’a Tanrı ithal eden ülke” esprisine gülerek vedalaştık Amsterdam ile. İnanılmaz konforlu bir hızlı tren ile Frankfurt’a ulaştık. “Interrail bileti kullananların hızlı trenlere binmek için ek ücret ödemek gerekir.” bilgisi de ya hurafeymiş, ya da bizim kondüktör insaflıydı bilemiyorum; ama biz hiçbir ekstra ödemeden hızlı treni de kullanmış olduk.
Amsterdam’da birkaç günümü geçirdim, gözlemlerime de güvenen biriyimdir, yine de “Hollandalılar şöyle yaşar.” diye tek bir cümle kuramıyorum. Haklarında söyleyebileceğim tek şey Redlight District’teki yarı çıplak kadınları çok doğal karşıladıkları ve çocuklarının esrarlı havayı solumasından rahatsız olmadıkları… “Hollandalı erkeklerin veya kadınların tipi nasıldır?” konusunda bile genelleme yapamıyoruz; şehrin yerlisi turistler olmuş resmen.
Her seferinde bir şehri bana sevdiren mimarisinden çok, o şehir sakinlerinin yaşam tarzı olur.
Frankfurt’ta sokağa masalarını atmış bir cafede oturmuş, kahvelerimizi yudumlarken, Amsterdam’a belki de sokak kültürüne sahip olmadığı için kanımın kaynamadığını düşündüm.
Amsterdam, masaldan fırlamış gibi evleri, düzenli sokakları, kanalları, bot evleri, parkları ve minicik köprüleriyle beğenilmeyecek bir şehir değil. Şehir çok güzeldi. Geçirdiğim günlerde oldukça da eğlendim. Yine de sevemedim. Yaşayan bir şehir değil çünkü, ruhu kaçmış gibi. İstanbul’daki hayatımdan sonra Amsterdam’daki sakinlik ve huzur bünyeme fazla gelmiş de olabilir.
Frankfurt’un, Amsterdam ile kıyaslayınca özellikli bir mimarisi veya özgürlükçü bir yaşam tarzı yok belki; ama en azından yerlisi var, şehir canlı ve havanın serince olmasına inat insanlar sokaklardaki masalarda yemek yiyor, şaraplarını ve kahvelerini yudumluyor, sigaralarını tüttürüp laflıyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder