17 Kasım 2009

Young Guns maceram! =)


Bazı insanlar bir şeylerden bahsedebilmek için öncelikle onu hazmetmeye ihtiyaç duyarlar. Saniyesi saniyesine hislerini iletemedikleri için FF'i çok aktif kullanmıyorlarken, bloglardan vazgeçemezler. İşte ben onlardan biriyim. Bu yüzden Young Guns sürecimi herkes bu konuda söyleyeceklerini çoktan söylemişken anlatmaya başlayacağım. Üstelik de hepsinden çok farklı bir açıdan...

Young Guns yarışmasını bir blogtan görmüş, sitesini incelemiştim, çok hoşuma gitmişti; ama "Reklam kim ben kim?" diyerek geçmiştim. Sonra aynı gece uykum kaçınca, bilgisayar başına kurulmuş siteyi bir daha incelemiş ve bir şeyler yollamaya karar vermiştim.

Yolladım ve unuttum. Daha sonra diğer yarışmacılarla konuştuğumda hepsinin sonuçların açıklanacağı gün defalarca siteye girip sonuç beklediğini öğrendim. Bense o gün internetten çok uzakta Ankara'da sponsorluk toplantılarındaydım. Hatta Young Guns'tan beni aradıklarında, HalkBank Genel Müdürlüğünde bir toplantıdaydım, "Şu an müsait değilim, 10 dakika sonra arar mısınız" diyip telefonu kapattım.

Daha sonra Young Guns'ın ne olduğunu hatırlayıp ertesi gün 10:00'da Maslak'ta olmam gerektiğini öğrendiğimde, gitsem mi gitmesem mi çelişkisi bile yaşadım. Ankara'daydım, bir önceki gecemi otobüste geçirmiştim, İstanbul'a dönmek için bir gecemi daha otobüste geçirecektim, 29 saat sürecek "bir şeyler" söz konusuydu ve benim oraya gitmek için National Platform katılımımı ve ALES'i ekmem gerekiyordu.



Ve içimden gelen sesi dinleyerek gittim!
-4. kattaki "ülke"ye girdiğim anda "İyi ki gelmişim" diye düşündüm. Oldukça keyifli döşenmiş, zamandan bağımsız bir alan! Ne güneş ışığı alıyor, ne de insanın gözünün önünde herhangi bir zaman göstergesi var. Geceden gündüzden bağımsız bir coğrafya...

Acilen tuvalete girmem gerektiği için tuvalete doğru yol aldım ve sifonun üzerindeki "share this" stickerı ile "ilk görüşte aşk"ım pekişti.



Genç giyimli ve oynadıkları oyunlardan belli genç ruhlu bir grup "adam" bizi karşıladı, bir konuşma üzerine bir sunum yaptı. Sağımdaki solumdaki herkes onların kim olduğunu, ne işler yaptıklarını vs vs vs biliyordu. Ben isimleri dahil olmak üzere haklarında hiç bir şey bilmemekle birlikte, karakter analizi yapmak üzere hepsini gözlem altında tutuyordum. Kim olduklarını ve ne iş yaptıklarını bilmeden her birine hayranlıkla dolup taştım.

Daha önce çalıştığım işlerden çok farklı olarak "sıfat" ardına sığınan insanlar değillerdi. (Alışkın olmadığım bir şey) Samimiyet sınırını şaşılacak kadar usturuplu belirlemişlerdi. Hiçbiri ulaşılmaz adam da değildi, enseye tokat laubalilik yapılacak bir durum da kesinlikle yoktu. (Bu ülke için çok uç bir yetenek!) Bizim beslenmemizle bile inanılmaz derecede ilgililerdi. (Patrondan beklenmeyen bir özveri!)

Demek ki bu "ülke"de kasıntılık ve seviyesizlik kavramlarının yerini, içtenlik ve üretim almış diye düşündüm. "Reklamcı ne yapar?" sorusunun cevabını bile bilmeden, orada çalışan bir reklamcı olmanın hayalini kurmaya başladım.

Hayatımın en ilginç 30 saatlik periyotlarından birini o "ülke"de geçirdim. Kura ile belirlenen beşer kişilik gruplara bölünüp, ertesi gün öğleden sonra sunacağımız sunum üzerinde çalıştık. Evet yaptığımız şey tam manasıyla bu tek cümlede özetlediğim şeydi. Ama kesinlikle kolay değildi. "Ne yapıyorum yahu ben burada?" diye kendimi sorgulamaya çalıştığım anda, CocaCola'nın temsilcisi gelip havuçlu kek ikram ediyordu. "Ben böyle 60 saat bile takılabilirim." diyordu beynim. Veya tam uykunun bastırdığı, masa başında çaresiz takıldığımız saatlerde, bizi sunum alanına toplayıp, kendilerinin nasıl iptal olduklarını ve PES'te kendi kalelerine gol atışlarını sıfır kompleks çok eğlenerek anlatıyorlardı. "Yahu bu adamlar benden ne istese yaparım herhalde." diye düşünürken yakalıyordum kendimi.

Binlerce fikir, yüzlerce karalama, onlarca kez fikir ve strateji değiştirme.
Biraz agresiflik, biraz kahkaha, biraz boşverme, biraz panik.
Şarkı mırıldanmalarının, laf dalaşlarının, ayak seslerinin, kahve kokularının içiçe geçtiği saatler.
Zaman çok mu yavaş yoksa çok mu hızlı akıyor bir türlü karar vermemek.
Zihnini "Acaba kaç kişi buradayken birileri koynunda onların yokluğunu hissediyor?" gibi sorulardan arındırıp, "Sunumu yapacağımız kişi bizden ne duymak istiyor?"a odaklanmaya çalışmak.

Ve sabah! Sabah olduğunu hayatımda ilk defa gün ışığı ile değil telaş dozunun artmasıyla fark ettim sanırım.

Kesinlikle içimize sinmeyen sunumumuz...
Benim içimdeki pazarlamacı ruhun pötlemesi. "Ben bu sunumu yapmam" diye tutturan ekip arkadaşımı "Elimizdeki en iyi ürün buysa, bunu olabilecek en iyi şekilde pazarlamalıyız." diye zorlamam. Grup içi fikir çatışmaları, didişmeler... Sonra şakalaşıp özür dileyerek veya ortak bir fikri savunarak ara düzeltmeler...



Biraz daha fazla kahve, biraz daha az zaman...

"Sunum yapmasak mı? Herkes sunumunda az çok aynı şeyleri anlatacak nasıl olsa" fikrine kendimizi kaptırıp, sunum yapmaktan vazgeçmemiz... Sanıyoruz ki biz hazırladığımız birer vurucu cümleyi söyleyeceğiz ve onlar da "Siz çok farklısınız" diyiverecekler. Aldık mı bunun üzerine okkalı ters köşe sorular!!

Umrum olmadan, hatta gitsem mi gitmesem mi çelişkisine bile düşerek geldiğim yerden, ayrılmak istemedim.



Ve ikinci elemeyi de geçmiş olduğumu öğrendiğimde hissettiklerim gerçekten tarif edilemez! Son zamanlarda ne başardığım işler, ne birlikte olduğum adamlar, ne de yaptığım seyahatler bu kadar çok heyecanlandırabilmişti beni.



En son doğum günümde yeni yaşım için dileyecek bir dilek bulamamıştım. Hayatımda her şeyin tam olduğunu sanıyordum. Young Guns ise bana yepyeni bir kapı açtı. Dilek hakkımı şimdi kullanmak istiyorum : )

Share/Bookmark

1 yorum:

dizi günlükleri / Bilir Kişi Raporu dedi ki...

Sezen,

Yazılarınu büyük bir zevkle takip ediyorum ve sana nasıl imreniyorum bir bilsen :) Keşke öğrencilik yıllarımda tembellik etmeyip yatmasaydım sürekli :)

Pinterest'im

Instagram'ım