12 Kasım 2014

Not Defterim: Nikol, Fü, Chet Faker, Düğün, Antalya, I've Loved You So Long


Kış, benim için ev demek, yatak miskinliği demek, battaniye demek, camdan izlenen yağmur ve kar demek, koltukta yayılıp sıcak çikolata veya kırmızı şarap içmek demek, sevgili demek.

Her soğuk sabahta yatağımdan çıkarken, emekliliğimi özlerim. Dışarıda her kar yağdığında, ev kadını olmak isterim.


Vücudumun kış mevsimine karşı bir tepkisi var. İstisnasız olarak, yaz bitti mi ben yavaşlarım. Sabahları 93812938 tane alarm kursam da uyanamam, her fırsatta kendimi eve kapatırım, o çok sevdiğim sokaklarla ilişkimize ara veririm. Kış mevsimini sevdiğini söyleyenleri de, kesinlikle anlayamam.


Gelgelelim bu kışa oldukça hızlı bir giriş yaptım. Ofis işleri için hazırladığım yapılacaklar listesi oldukça uzun, şahsi işlerim için tuttuğum ajandamda her gün için bir plan mevcut, aklımda binlerce hayata geçmeyi bekleyen proje uygun zamanı bekliyor. Toplantılar, etkinlikler, hava alanları, adliyeler, sevdiğim insanların sohbetleri ve ev arasında mekik dokuyorum.


"Nasıl gidiyor?" diye soranlara "Çok yoğun." diyorum; ama galiba içten içe bu yoğunluktan da zevk alıyorum. Çünkü sürekli yeni icatlar yaratıyor, yeni planlar yapıyorum. Sanki durduğum an, hayat akacak ve ben geride kalacakmışım gibi hissediyorum. Bütün bu koşturmaca arasında, yukarıdaki fotoğraftaki gibi yatak keyfi yapabildiğim her saniye çok kıymetleniyor. Annemin dediği gibi, "Çalışmıyor olsam, tatiller bu kadar keyifli gelmezdi."


Bütün bu curcuna arasında, bu aralar keşfettiklerim huzurlarınızda:




Nikol Cafe & Concept Store: Galata'da Serdar-i Ekrem sokakta bulunan bu mekan, sokaktan bakınca yere kadar uzanan camlarının arkasında sunduğu ev gibi koltuklu ortamı ile uzun zamandır dikkatimi çekiyordu. Sonunda bir gün, aslında aklımızdaki plan bambaşkayken, kendimizi burada bulduk. Nikol, oldukça şık dekore edilmiş bir cafe; ama aynı zamanda içeride gördüğünüz her şey satılık. Yani otururken, ilginizi çeken her şeyi satın alabiliyorsunuz.




Haftasonu bile, Galata'nın curcunasından kaçıp sığınmalık bir yer. Dergilerinizi okumak veya arkadaşlarla yayılarak keyifli sohbet etmek için harika bir ortam sunuyor. Yalnız, servis konusunda beklentiniz çok yüksek olmasın. Garsonları tatlı olduğu kadar şaşkın. Yukarıda fotoğrafta gördüğünüz içecek önüme gelene kadar kaç kere "Alkollü mü alkolsüz mü olsun?" diye sorulduğunu hatırlamıyorum bile. Cevap veriyorsunuz, sonra bir başkası gelip aynı soruyu tekrar soruyor.


Yine de ben ortamını, özellikle mekanın ortasındaki sallanan şeffaf salıncağı çok sevdim. Daha detaylı bilgi için tık!





Fü - İkinci Kat: Yogitam bana doğum günümde iki tiyatro bileti hediye etmişti. Uzun vadeli hediyeleri sevenlerdenim ben. 


Fü isimli oyunu izlemek için Karaköy'deki İkinci Kat'ın yolunu tuttuk. Karaköy dediğime bakmayın, bizim son yılda moda olan, ardı ardına restoran ve cafelerin açıldığı sahil kısmında değil, oldukça ürkütücü, sokakta tinercilerin cirit attığı bir yerinde bulunuyor bu tiyatro. Biz giderken yalnış bir sokağa girdik de korkudan bittik.


Tiyatro binasının arasına geldiğimiz anda hava tamamen değişti. En üst katında da minik bir cafe mevcut. Biz şansımıza oyundan önce, Çağan Irmak ile dirsek dirseğe kahve içtik.


Bazı tiyatrolarda hem harika, hem de gittiğime pişman olacağım oyunlar izledim bu güne kadar. Tek istisnası İkinci Kat. Bu tiyatroda bugüne kadar beğenmediğim tek bir oyun bile izlemedim. O yüzden programını takip etmenizi şiddetle tavsiye ederim.


Fü, iki kız kardeşin hikayesini anlatıyor: Canı istediği için deli gibi davranan, bundan da fevkalade eğlenen Fü ve aklı yurtdışında yaşayan oğlunda takılı, üç kuruş para kazanacağım diye sabahtan akşama kadar çalışan, ablasına göre daha realist olan Münevver, veya Mü.


Bu abla-kardeş ikilisine bir de genç bir çift eşlik ediyor oyunda: Sibel ve Erkan. Sibel, aslında konservatuar sınavlarına hazırlanıyor; ama paraya ihtiyacı olduğu için Fü'ye bakıcılık yapıyor. Sevgilisi Erkan, tam bir maço delikanlı. Erkan karakterini daha önce hiç izlemediğim Aziz Caner canlandırıyor ve şaşırtıcı derecede iyi.


Serra Yılmaz ile Deniz Türkali'yi izlemek zaten başlı başına bir zevk. Oyunun karakterleri, yalnız ve hayalleri yıkılmış insanlar; ama oyunun başından sonuna kadar kahkahalar atıyorsunuz. Kaçırılmaması gerekenlerden.




Wolksvagen Arena: 


Bu şehirde ne zaman bir konser için "Aman kim tanıyor ki onu, her türlü bilet buluruz." desem, biletsiz kalıyorum. Bunun bir örneğini de Akbank Caz Festivali kapsamında İstanbul'a gelen Chet Faker ile yaşadım. Son bir senedir kendisini bayıla bayıla dinlediğim için, konserine gitmek istiyordum; ama ilk günden de bilet almak gibi bir telaşa girmemiştim. Nasıl olsa kalırdı!!


Yanıldım ve biletler ilk günden tükendi, konser daha büyük bir mekana taşınsın diye bir imza kampanyası başlatıldı ve çılgın gibi imza toplandı. Eminim organizatörler kadar Chet Faker de Türkiye'de böyle bir dinleyici kitlesi olmasına şaşırmıştır.


Neyse ki, imza kampanyası sonuçsuz kalmadı, konser Wolksvagen Arena'ya taşındı. Bu sefer hiç riske atmadan, biletlerin satışa çıktığı gün aldık.




Bir kere ben Wolksvagen Arena'yı genel yapı olarak çok beğendim. Güvenlikten yalnızca bir kere geçiyorsunuz, sonra sigara içmek veya temiz hava almak isterseniz, güvenlik ile uğraşmadan çıkabileceğiniz açık hava alanlar var. İçeride bol miktarda bar mevcut. İçki sırası beklemiyorsunuz. Tuvaletler de gıcır gıcır ve çok sayıda. Bir konser klasiği olarak, tuvalet ve bira sırası stresi yaşamadan, keyfini sürebiliyorsunuz.


Sadece konser alanında, oturmalı olan kısmın, sahneye oldukça uzak olması sıkıntılı. Chet Faker albüm bazında bakarsak, gayet oturarak dinlenebilecek tarzda bir müzik yapıyorken, konsere DJ set ile başladı. Konserin ilk bölümünde biz saha içi, ayakta kesimi çılgın gibi dans ederken,  yukarı kısımlarda oturanlar çok komik görünüyorlardı. Bu nedenle, burada konsere giderken koltuk sevdasına kapılmamanızı, biletinizi saha içinden almanızı tavsiye ederim.


Her şeye rağmen, İstanbul'un böyle bir konser alanına gerçekten ihtiyacı vardı; harika olmuş. 




Antalya:

2004 yılında İstanbul'a taşındığımda, arkadaş edinebilecek miyim, yalnız kalır mıyım gibi tasalara kapılmaktan fersah fersah uzaktım. Çünkü en sevdiğim arkadaşlarım da benimle birlikte Adana'dan İstanbul'a taşınmışlardı. Bu nedenle fakültede dönemimde, arkadaş edinmek için bir çabam olmadı. Ama şans bu ya; yolum harika insanlarla kesişti. Bir kısmıyla sadece güzel bir üniversite dönemi geçirdik, mezun olduktan sonra birbirimizi karşılaşmalar dışında hiç görmedik. Bir kısmıyla ise üniversite bittikten sonra daha çok şey paylaşır olduk. 


İşte bu arkadaşlarımdan biri olan Güzin evleniyordu ve evlendiği adamı tanışmalarından başlayarak kocası oluncaya kadarki süreçte kadar tanımış, birlikte bol bol zaman geçirmiş ve çok sevmiştik. Çoğul kullanıyorum; çünkü Mr. Feelgood ile çift olarak en çok görüştüğümüz çift onlar oldu. Güzin'in ikimizin ortak arkadaşı olmasının da etkisi vardır elbette ama sevdiceği de ilk günden bu güne kadar o kadar içtendi ki, sanki onu da yıllardır tanıyormuşuz gibi hissettik. O yüzden "oğlan bizim, kız bizim." diyerek, düğünleri için Antalya'nın yolunu tuttuk.


Antalya'da keşiflerimden ilki David People oldu. Mr. Feelgood beni havalimanından karşıladıktan sonra soluğu burada aldık. 






Her ne kadar kendilerini "Coffee & Food" olarak konumlandırmış olsalar da, biz gittiğimizde kimse yemek yemiyor veya kahve içmiyordu. O yüzden biz de ortama uyum sağlayarak, birer kokteyl söyledik. Kokteyllerimiz hem şık, hem de lezzetliydi. İstanbul'da küçücük mekanlara alıştığımızdan kocaman bir bahçesi olması da oldukça hoşuma gitti.



İstanbul ve Adana dışında bir düğüne gitmenin benim açımdan en stresli kısmı kuaför kısmıydı. Bu yüzden Mr. Feelgood'a bana şık görünen bir kuaför bulması misyonunu yüklemiştim. Böylece kendimi Baces Kuaför'de buldum.


Yaptırdığım topuz, İstanbul'da oldukça havalı kuaförlerde yaptırdığım topuzlardan çok daha güzel oldu. Makyaj da, kalın ve yaşlı gösteren bir fondoten kullanılması dışında oldukça başarılıydı. Antalya'da kuaför ihtiyacınız olursa, tavsiye ederim.


Ve düğüne gelirsek, gelinimiz çok güzel, damadımız çok yakışıklıydı. Düğün fotoğraflarını herkes sever diyerek, birkaç kareyi paylaşıyorum: 











I've Loved You So Long: Son olarak da bir film tavsiyesi. Mutlu ve komik bir şeyler izlemek istediğiniz zaman uzak durmanız gerekenlerden. Senaryosu ve özellikle Kristin Scott Thomas'ın oyunculuğu ile bizi oldukça etkiledi. 2008 yapımı bu filmin orijinal adı "II y a longtemps que je t'aime". Ruhen drama hazırlıklı olduğunuz ve iyi bir film izlemek istediğiniz zamanlar için aklınızın bir kenarında bulunsun.


Keşifle ve keyifle kalın!

2 yorum:

Handan dedi ki...

nikol de bir kahve içmek için oturdum ama kahveyi ilk yudumda bırakıp kalktım.

günlük yaşamım dedi ki...

kış, soğuk, yağmur güzeldir ya insanı dinlendiri huzur verir bence..

Pinterest'im

Instagram'ım