29 Kasım 2009

Adana'da gece hayatı fiyaskosu: Cazara

Not: Ben bu yazıyı yazdıktan ve İstanbul'a döndükten sonra mekanın işletmecisi olan Bertan Bey ile görüştüm. Onun da kendisine göre haklı sebepleri varmış, ancak bu benim yazdıklarımın gerçekliğini veya doğruluğunu etkilemiyor. Sadece onunla yaptığım konuşmadan sonra söylenti olarak kulağıma gelen bir parçayı yazıdan çıkarma ihtiyacı hissettim. Keşke o gece "Bunları içeri almayın" diye buyurmak yerine, "Ben mekanın işletmecisiyim, buyrun derdiniz neyse bana anlatın" deseymiş de bizim de keyfimiz kaçmasaymış, bu yazı da hiç yazılmasaymış. Umuyorum ki bir dahaki sefere size aynı mekanda ne kadar eğlendiğimi anlatabilirim.

Hala bayram yolculuğum sürüyor. Fotoğrafları eklemeden mekanlar hakkında yazı yazmaya hiç niyetim yoktu. Salı günü İstanbul'a döner dönmez Adana- Antakya hattından fotoğraflar eşliğinde havadisleri iletecektim. Ama dün gece yaşadığım bir olay yüzünden şu anda şu satırları yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum.


Adana'nın her bir köşesinde leziz yemekler yiyip, harika servislerle ağırlandıktan sonra gece hayatına da bir göz atalım dedik. Yıllar öncesinde Ziyapaşa Bulvarı'nda canlı rock müzik çalan çok eğlenceli geceler geçirmiş olduğumuz Cazara'nın Turgut Özal'daki yeni şubesine gittik. Gitmez olaydık!! En modern olması gereken mekanda Adana'daki şu dört günlük tatilimde başka hiçbir yerde karşılaşmadığım bir "taşra zihniyeti" ile karşılaştım. "Adana aslında modern bir şehir gün geçtikçe kendisini aşıyor" tezim yerle bir oldu. İnsanların zihniyetinde en ufak bir değişiklik malesef yok.

Oldukça sık gece dışarı çıkan, İstanbul'da, Avrupa'da, Amerika'da yüzlerce bara girip çıkmış biri olarak barlar ve gece klüpleri hakkında öyle ya da böyle bir fikrim vardır. Adana'ya geldiğimde insanlar neden gece dışarı çıkmadığımı sorduklarında "Hakkaten gidilebilecek güzel bir yer söyleyin bana, gidelim" derdim. Ukalalık değil bu kesinlikle göl kıyısındaki nefis restoranlarda leziz yemekler yiyip güzel sohbetler etmek varken, hiçbir özelliği olmayan bir bara tıkışmak bana manasız geliyordu. Sonuçta North Shield'e düğüne gider gibi giyinip giden, Reina'daymış gibi şişe açtıran tek insanlar Adana'da yaşıyor!! "Heeey orası North Shileds gençler. Pub ne demek bilir misiniz??!!!" diye bağırma isteği uyandırıyorlar bende.

Neyse öyle ya da böyle kendimizi Cazara'nın kapısında bulduk. Kapıda Mehmet Parmaksız, Cenker Senturker ve Vatan Senturker isimli üç adam... Ne müşteriye nasıl hitab edilmesi gerektiği hakkında bir fikirleri var, ne de saygı kelimesinden haberdarlar!! "İçeri giremezsin. Bekle şurada. Her mekanın bir kapasitesi vardır kardeşim" diyerek karşıladılar bizi kapıda.

"Ben nereden sizin kardeşiniz oluyorum? Tanımadığınız insanlara siz diye hitab etmeniz gerekir." diye cazgırlaştım ben de. Bir mekanın müşterilere tavrına ve kurumsal kimliğine çok dikkat etmesi gerekir. Ama şimdilik şehirdeki tek gidilebilir mekan olmanın verdiği bir güç var ki, "taşra zihniyet"lerini "güç" sanıyorlar.

İstanbul'da hangi mekana giderseniz gidin içeri alınmanız mümkün değilse bile, size mutlaka kibar ve düzgünce açıklama yaparlar. Müşterinin kolundan tutup itmek, "defol git yahu şuradan" demek söz konusu olamaz!!

Bu sırada yanımdaki Belçikalı misafirim olayın ne olduğunu anlamadığı için dönüp ona İngilizce açıklama yaptım. Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan beyfendi (!!!) "Aaa bir de İngilizce konuşup bize artistlik yapıyorlar." dedi. Şok oldum! Sen kimsin de ben sana artsitlik yapma ihtiyacı hissedeyim be adam?!?!? Üstelik de kıt ingilizcesiyle "They are acting so stupid." cümlesini de ne anladıysa, "Benim mekanıma nasıl saçma sapan dersin sen!! Almayın bunları içeri" diye buyurdu.

Hiç bir özelliği olmayan sıradan mekanında kendini gece hayatının imparatoru sanan insana kızar mısın acır mısın?! Yoksa kendini mi suçlarsın "Ne işim var yahu benim burada?" diye.

Özellikle de kapıdaki adam "Sen ne biçim bir kadınsın ya? Kadın dediğin erkek bir şey diyince cevap vermez!" dediğinde benim için olay bitti. Nasıl geri bir zihniyettir bu?!

Adana'daki nefis mekanları ve lezzetleri İstanbul'a döner dönmez fotoğraflar yükleyerek anlatacağım size. Ama bu bahsettiğim geceden önemli dersler çıkardım: 1- Adana'da gece hayatı hala çok boktan. Hiç gerek yok, gidin kebap yiyin, nargile için, nehir kenarında bir yerlere gidin. Herkes oraya gidiyor diye kendi mekanlarını hakikaten çok matah bir yer sanan adamların sizin beyin yapınızı anlaması imkansız! 2- Taşra zihniyetinden sık sık köylere ve küçük şehirlere seyahat etmeme rağmen uzak kalmışım, azaldığını sanmışım. Malesef yanılmışım... 3- Rekabet güzel şey. Güzel hizmet ancak rekabet olduğunda ortaya çıkıyor çünkü.

Share/Bookmark

27 Kasım 2009

VIP yaşam mı?! ıhmms sey su anda kebap detoksundayım! : )


Pek sevdiğim bir adam bana bir güzellik yapmış oldukça boş bir günümü Yıldırım Mayruk defilesi için davetiye yollayarak şenlendirmişti. Defile gözlemlerimi de o gün size aktarmıştım.

Aradan oldukça uzun bir zaman geçti. (En azından benim için oldukça uzun bir zaman... Düşünüyorum da ohooo o defileden beri hayatımda neler neler değişti benim! ) Derken Murat Bey'den bir mesaj aldım. VIP dergisinde fotoğrafımın çıktığını haber veriyordu.


"Derhal dergiyi görmeliyim"e kilitlendim, dergide çıkmak çıkmamak değildi mesele, fotoğrafta nasıl çıktığımdı! Fotoğrafları severim, ama kontrolümden geçmeyen veya içime sinmeyen bir fotoğrafın facebooka konmasına bile tahammülüm yoktur.

Sonra fotoğrafı çeken kişinin adının Zozo Toledo olduğunu ve kendisinin Türkiye'nin ilk paparazisi olduğunu öğrendim. Fotoğraf benim için daha da anlam kazandı. Adamı çok net olarak hatırlıyorum; çünkü benim aslında öğrencilerin arasında beklemem gerekirken, girişte beni iltifatlara boğup fotoğraflarımı çekince kendimi esas konukların arasında buluvermiştim. Kırık bir Türkçe ile konuşan sempatik bir adamdı.

Ve dün fotoğrafım elime geçti! (Fotoğrafı bana ulaştıran Murat Bey'e teşekkürler)

Asıl ironik ve eğlenceli olan ise orada sosyetik isimlerin yanında fotoğrafı olan o hatunun şu anda Adana'da kebaplara yumuluyor ve daha da Doğuya, hatta Güneydoğu'ya gitme planları yapıyor olması... Hayatımdaki bu tezatlıklar beni besliyor, onları seviyorum.



Share/Bookmark

24 Kasım 2009

Bayram Şekerleri


Lolipop Niyetine:

Kadın dergileri gün geçtikçe daha da birbirinin kopyası haline geLiyor. Dergilerdeki kadınlar da yüz ve vücut hatları ile birbirlerine benzemenin bir adım ilerisindeler: Aynılar! Eskiden dergiler moda dünyasında olup bitenlerden haberdar olmak ve değişik tarzlardan ilham almak için okunurmuş. Artık haberleri bloglardan alıyoruz, ilham almak için de İstanbul sokakları inanılmaz bir kaynak. Özellikle de Taksim!

Yine de arada sırada gerçekten merak uyandıran bazı dergiler oluyor. Bunlardan en sonuncusu da Candy! Dünyanın ilk transeksüel dergisi! Ben tutup da bir Instyle okumaktansa, bunu okumayı tercih ederim. En azından değişik bir şeyler görme ihtimalim yüksek.


CANDY 1 from Luis Venegas on Vimeo.

Mars Yerine:

















AGM 2010 organizasyonunun bir parçası olacak FFM isimli bir workshop üzerinde çalışıyoruz bugünlerde. Amacımız gençlerin uluslararasılaştırılmasının önündeki engellerin kaldırılması... "Türkiye'deki hiçbir STK bu konuda herhangi bir talepte bulunmadı ki, üniversite öğrencilerine vizesiz giriş sağlansın." tepkisi aldığımızda bu konuda bir şeyler yapmaya karar vermiştik. İlk workshopımız FFM!. Flash Freeze Mob, çok güzel bir örneğini şuradan izleyebilirsiniz.


Kendi aramızda ise FFM'in açılımı: Female Female Male'di. Ece ve ben tamamdık da, bir erkek lazımdı bize. Tam o sırada Tolga imdadımıza yetişip, PR ekibine katıldı. Meğerse kendisi çok da güzel piyano çalıyormuş. Bir anda uçuk hayaller kurdum. Taksim'de mesajlı t-shirtlar giymiş yüzlerce insan komik şekilde donmuşken, sokakta bir de piyano çalınsa mesela! Bana bu hayali kurduran myspace profiline gitmek için TIK TIK!

M&M's'ler:

Dün gece Amerika'da birlikte yaşadığım 'chucha'larla buluştum. "Work&travel" denilen programı "Flirt&travel&have fun" gibi bir konsepte sokmuş inanılmaz eğlenceli bir yaz geçirmiştik. Herkes Türkiye'ye geri döndüğünde biz "Evleneceğiz, burada kalacağız" diye tutturmuştuk. Evimiz kocalarımız her şeyimiz hazırdı zaten. Tabii sonra içimiz dışımız karides, pizza, hamburger ve Meksika fast-foodları olduğunda, geceleri hayali sarmalı, kısırlı sofralar kurup ağlamaya başlayınca, tıpış tıpış yurda döndük!

Tarihteki en çok eğlenen work&travel katılımcıları bile olabiliriz. İnsanların aklından çıkmayan bir kare: Kaldığımız yurtlardan bir otele taşınıyoruz. Herkes kocaman bir servis otobüsüne pılısını pırtısını doldurmuş göçüyor. Dört tane hatun zencilerin kullandığı devasa jeeplerle geliyor. Ve bir zencinin elinde kırmızı bir leğen: Kızların çamaşır suyuna yatırdıkları beyaz çorapları taşıyor! Türk her yerde Türktür!! Ama dört yıldızlı bir otele içinde çamaşır suyuna yatmış çoraplar bulunan kırmızı leğen elinde giren bir zenci pek yoktur! : ))


Bu yüzden bize işveli hatun anlamına gelen 'chucha' adını takmışlardı. Dün de bu adımızı taşıyan bir kokteyli Parantez'in menüsüne eklettik.

Taksim'in yeni mekanlarından ALT ve eski Wanna'nın yerine açılan 11/11'i hayırladık. Yolda 4TL'ye satılan tekilalar adamı öldürüyor mu diye test ettik.









ALT sempatik bir mekan, sokakprojesi dahilinde yer alıyor.
Ortamını da çok sevdim, alakasız yerlerden tanıdığım bir sürü insan oradaydı. Daha geçen gün tanıştığım Project House ekibinden biriyle de ayak üstü lafladım, aylardır sadece mail üzerinden iş yaptığım biriyle ilk defa yüzyüze de orada tanıştım... Ama WUFİ beni hayal kırıklığına uğrattı. Rock'n Coke'ta bizi çılgınlar gibi dans ettirmiş WUFİ'nin akustik versiyonunun çok matah bir tarafı yokmuş.

Dans edelim diye 11/11'e gittik. Mekan güzel, yaş ortalaması biraz yüksek. Herkes oturuyor. Dans ettik diye oldukça "garipsendik." Haftasonları daha farklı olduğunu umuyorum.

Yolda satılan tekilalar da öldürmüyormuş; ama sağlam çarpıyormuş. Şöyle bir şey yazmışım gece:

Sokakta 4 TL'ye tekila satan adamlara gidip 6 tane demeyi, saat daha 21:30ken ve insanlar geceye daha yeni yeni başlarken sarhos olmayı, bir mekanda birbirinden cok alakasiz yerlerden tanidigim insanlarin bir arada olmasını, gecenin sonunda bambi'de tost yemeyi, gecenin bir vakti yolda duzgun yuruyemezken avaz avaz loosing my religion soylemeyi ve cama cikanlara el sallamayi seviyorum!


Bounty Niyetine:

Son zamanlarda toplamalar haricinde dinlediğim en başarılı albüm (her zamanki gibi kapağına tıklamanız yeterli)

Benim yolculuk saatim geliyor. Evet bayram demek seyahat için bahane demek benim için... : ))
Bayram şekerlerinizi keyifle okuyun, keşfedin, dinleyin!
Keyifli tatiller, öpücükler

Share/Bookmark

23 Kasım 2009

Gel de Erasmus Ruhunu sevme!! : ))


ESN House 80s Party from Server AGM on Vimeo


Şurada bahsettiğim gecede bizim ESN-House'ta kalan Erasmus öğrencileri tarafından çekilmiş bir video! Onları tanıdığım için mi bu kadar hoşuma gitti bilmiyorum; ama son zamanlarda izlediğim en keyifli, en esprili videolardan biri oldu. Ben Kosheen konserinde olduğum için oldukça geç katılmıştım onlara. Yine de birkaç saniye kendimi yakalayınca videoda çok şaşırdım, fena sarhoşmuşum!! 04:17'de bizim Fransızın kucağına yatıp poz veren ve 04:32'de kamerayı ısırmaya kalkan benim evet : ))

Ofisimizin terasındaki manzara bu olsa da, son zamanlarda İstanbul'daki poz verme akımına uyduk, manzarayı değil, garip yerlerden çıkan kolları arkamıza aldık. Bu kolları kim yapıyor, o kollar neyi temsil ediyor gibi bir sürü soru var aklımda ve cevaplarını gerçekten merak ediyorum.


Sezo nerelerdesin?


Geçen haftam oldukça koşturmalı ve renkli geçti. Eve bile pek uğramadığım için blogumu biraz ihmal etmiş oldum.

*******************************************

En güzel havadis ile başlamak istiyorum. Daha önce 2. eleme aşamasından bahsetmiş olduğum Young Guns tamamen sonuçlandı: Seçilen 6 kişiden biriyim ve artık yeni nesil reklam insanıyım! : ))

Yakın çevremdeki herkes "Sezo sen avukat olmayacaksın; ama ne olacaksın onu kestiremiyorum işte" diyordu. Böylece o da kestirilmiş oldu sanıyorum. Bu blogta yepyeni bir etiketle veya yepyeni bir blog ile bundan sonra hayatımın daimi bir parçası haline geleceğini umduğum bu reklamcılık serüvenimi de kayıt altına almayı planlıyorum.

*******************************************

Bu sonucun açıklanmasından iki gün önce "her şey güzel olacak" hissi bana geri döndü. Keşfetme, hayatı dolu dolu yaşama konusundaki enerjimi hiçbir zaman kaybetmemiştim. Daha önce de defalarca söylediğim gibi o konudaki en büyük motivasyonum bu blog. Bu blogu yazabilmem için keşfetmeye aralıksız devam etmem gerekiyor çünkü. Ama içimdeki "her şey güzel olacak" hissi beni terk etmişti. Bilir misiniz o hissi? Yerinizde duramazsınız, kalbiniz daha hızlı atar, yediğiniz her şey daha lezzetli gelir, aynadaki yansımanızı çok beğenirsiniz, tanıştığınız insanlar "Senden hissedilen bir enerji var." der... O his geri döndü. İçim dolu dolu, içimdeki ve kafamdaki bütün boşlukları doldurdu, bütün soru işaretlerini silip attı.

*******************************************

Flash Forward isimli bir diziye sardım. Lost ile birleşeceği söylentileri olan, bunu doğrular nitelikte birinci böşümde arkada Oceanic billboardı görünen bir dizi bu. Bütün dünyadaki insanlar 2 dakika bilmemkaç saniye boyunca bayılıyor ve bu bayılma sırasında kendilerinin geleceklerinden bir kesit görüyorlar. Merak eden, ilgilenen, diziyi bulamayan varsa, bana bir mail uçurması yeter, 1. sezonunun ilk 7 bölümünün rapidshare linklerini mailleyebilirim : )

*******************************************

Bana leziz bir akşam yemeği hazırlayan adamın evinde Michael Buble'nin konser DVD'sini izleyip, Mayıs'ta Avrupa'daki konserlerinden birine gitme konusunda feci şekilde gaza geldim. Sırf bunun için şimdiden para biriktirmeye başlayabilirim.

*******************************************

Oldukça sevdiğim bir arkadaşımın basketbol skandalına adının karışmış olması yüzünden geçirdiği zor döneminde elimden geldiğince yanında olmaya çalıştım. Bu süreçte insanoğlunun ne kadar acımasız olabildiğine şaşırdım. Kendisi ile Taksim'de çok kudurduğumuz geceler yaşamışlığımız var, bir gün olsun birilerinin yanımıza gelip de onun basketbolu ile ilgili tek kelime laf ettiğine şahit olmadım. Nefis başarılar kazandığının ertesi günlerinde Taksim'de kimse gelip de "Tebrikler" demedi. Ama şimdi bu skandaldan sonra, insanlar her yerde birbirilerini dürtüp bir şeyler fısıldaşıp birbirlerine onu gösteriyorlar. Başarılarda tebrik etmeyen, hatta tanımayan insanlar, şimdi bir hata söz konusu olunca neden tanımak ve bir kaç laf etmekte bu kadar istekli oluyorlar anlamıyorum. Bugün cezası açıklanınca çok üzüldüm, kendimi Murathan Mungan'ın bir deyişi ile avutuyorum: Türkiye'de her şey olabilirsiniz; ama bir tek rezil olamazsınız. Unuturlar çünkü. Hafızaların 24 saate ayarlı olduğu bu ülkede isteseniz de rezil olamazsınız.

*******************************************

En üstteki fotoğraflara gelince, bizim AGM çalışmaları sırasında PR ekibinin neler yaptığını şaka karışık anlattığımız blogumuz oldukça tepki çekmişti. Komite başkanımız dahil olmak üzere bir kaç kişi yaptığımız organizasyona ilgi çekmekten çok organizasyonu lekelemeye neden olabileceğini iddia etmişti. Geçen haftasonu yapılan National Platform'da herkes "Blogu destekliyoruz.", "Blogu keyifle okuyoruz" tepkileri verince, bizim blogu güzel bir tasarım ile com uzantılı bir alana taşıma kararı ortaya çıktı. Bu alan için yaptığımız çekimlerden en sevdiğimiz fotoğraflar bunlar : )

*******************************************

Günün şarkısı yerine de günün playlisti var. Cici eşim hazırlamış, oldukça keyifle dinliyorum bir kaç gündür.




Darling, this is a love affair !

Share/Bookmark

22 Kasım 2009

Hindistan’a Tanrı ithal eden ülkede son gün

Bir süredir neden kayıp olduğum ve neler yaptığım ile ilgili bir yazı yazacaktım aslında bugün ama blogun pazar günü interrail günlükleri günü alışkanlığını bozmak istemedim.

Yine Haziran 2009'da Tempo24'te yayınlanmış bir yazı:






Amsterdam, seks ve esrar ile özdeşleşmiş bir şehir olsa da; şehirde bunların ikisiyle ilgilenmeyenleri de günlerce oyalayabilecek kadar çok müze var: Rembrand Evi, Anne Frenk Evi, Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi…
Biz önce Erotik Müze’nin ve Amsterdam Seks Müzesi’nin yolunu tuttuk. Dünyanın ilk vibratörünün dev boyutta ve çok komplike çalışan bir alet olması karşısında kahkahalarımızı tutamadık, bütün çizgi filmlerin erotik versiyonlarını izledik, kocaman plastikten penis heykeline sarılıp fotoğraf çekildik ve yine hatıra fotoğrafları için hazırlanmış iki yanında iç çamaşırlı mankenlerin oturduğu işkence sandalyesi gibi objelerle zaman geçirdik.

Bütün “ayıp” ve “tabu” kavramlarımız yerle bir olmuşken, diğer müzelere gidip tablo ve heykel izleyecek halimiz yoktu ya; kendimizi sex shop’lara vurduk. Çoğunun girişinde “Burası müze değildir, bir şey satın almayacaksanız girmeyin.” levhaları vardı; ama buna rağmen müze gezer gibi gezdik bu mağazaları da. Vibratör ve diğer bütün oyuncakların çeşitliliği hayal gücümüzü zorladı.

İnekler sebebiyle yapılan “Hindistan’a Tanrı ithal eden ülke” esprisine gülerek vedalaştık Amsterdam ile. İnanılmaz konforlu bir hızlı tren ile Frankfurt’a ulaştık. “Interrail bileti kullananların hızlı trenlere binmek için ek ücret ödemek gerekir.” bilgisi de ya hurafeymiş, ya da bizim kondüktör insaflıydı bilemiyorum; ama biz hiçbir ekstra ödemeden hızlı treni de kullanmış olduk.

Amsterdam’da birkaç günümü geçirdim, gözlemlerime de güvenen biriyimdir, yine de “Hollandalılar şöyle yaşar.” diye tek bir cümle kuramıyorum. Haklarında söyleyebileceğim tek şey Redlight District’teki yarı çıplak kadınları çok doğal karşıladıkları ve çocuklarının esrarlı havayı solumasından rahatsız olmadıkları… “Hollandalı erkeklerin veya kadınların tipi nasıldır?” konusunda bile genelleme yapamıyoruz; şehrin yerlisi turistler olmuş resmen.
Her seferinde bir şehri bana sevdiren mimarisinden çok, o şehir sakinlerinin yaşam tarzı olur.

Frankfurt’ta sokağa masalarını atmış bir cafede oturmuş, kahvelerimizi yudumlarken, Amsterdam’a belki de sokak kültürüne sahip olmadığı için kanımın kaynamadığını düşündüm.

Amsterdam, masaldan fırlamış gibi evleri, düzenli sokakları, kanalları, bot evleri, parkları ve minicik köprüleriyle beğenilmeyecek bir şehir değil. Şehir çok güzeldi. Geçirdiğim günlerde oldukça da eğlendim. Yine de sevemedim. Yaşayan bir şehir değil çünkü, ruhu kaçmış gibi. İstanbul’daki hayatımdan sonra Amsterdam’daki sakinlik ve huzur bünyeme fazla gelmiş de olabilir.

Frankfurt’un, Amsterdam ile kıyaslayınca özellikli bir mimarisi veya özgürlükçü bir yaşam tarzı yok belki; ama en azından yerlisi var, şehir canlı ve havanın serince olmasına inat insanlar sokaklardaki masalarda yemek yiyor, şaraplarını ve kahvelerini yudumluyor, sigaralarını tüttürüp laflıyorlar.


Share/Bookmark

17 Kasım 2009

Türkçe dersi - 1

Efendim bu yazıyı ister "snob"luk olarak algılayın, ister "f*ck you!" deyin, ister "i love you Sezeeeen!" diye bağırışın. Gördünüz mü bir cümleye iki tane ingilizce cümle bile sokuşturdum!! İngilizce bilmek artık bir marifet değil, bir zorunluluk. Bunu kabullenin artık. İngilizce bildiğinizi Türkçenizin içine ederek göstermeniz için hiçbir sebep yok. Gerçekten...

"Otobüs" Türkçe bir kelime değil, o yüzden "oturgaçlı götürgeç" diyelim, "İstiklal Marşı"nı "ulusal düttürü" yapalım diye aşırı bir Türkçeleştirme çabasını doğru bulanlardan değilim. Fransızlarla "ruj" ortak, Macarlar ile "pabuç" ortak, Yunanlılarla "cacık" ortak... Bu liste uzar gider. Köklerine çok meraklıysanız inanılmaz matrak bir kitap önerebilirim size: Elifin Öküzü ya da Süprizler Kitabı - Seven Nişanyan. Vanilya ile vajinanın, biberon ile biranın kelime köklerinin aynı olduğunu keşfetmek gerçekten eğlenceli oluyor.

Ama Türkçesi olan bir kelime için inatla İngilizce kullanılmasını anlamıyorum. "i-phone"a "i-telefon" deyin demiyorum; ama "Çok da proper bir davranış değildi onunki de...." demeyin bir zahmet!

Bu aralar metinler, sunumlar hazırlıyorum. Ve bu kadar dikkatime rağmen gerçekten oldukça fazla imla hatası yaptığımı, oldukça fazla ingilizce kelime kullandığımı fark ediyorum. Bir kere kısaltmaları İngilizce okuma hastalığına tutulmuşum. ESN yazıyorum, gayet Türkçe bir metin, ek getireceğim, okurken "i-es-en" diye okuyup ona göre ek getiriyorum.

Dil konusunda duyarlı ve özenli bir ekip ile çalışıyorum. Etrafımız Erasmus öğrencileri ile sarılmışken, onlarla sürekli bir İngilizce konuşma hali varken bile, Türkçe konusundaki bu titizlik gerçekten çok hoşuma gidiyor.

Etrafıma daha dikkatli bakıyorum, TDK linkini daha sık kullanıyorum ve hatalar daha çok gözüme çarpıyor. En sık rasladıklarım mı?

Distrübütör DEĞİL Distribütör
Antreman DEĞİL Antrenman
Naturel DEĞİL Natürel
Makina DEĞİL Makine
Kontür DEĞİL Kontör
Döküman DEĞİL Doküman
Rontgen DEĞİL Röntgen
Florasan DEĞİL Floresan
Sezeryan DEĞİL Sezaryen
Orjinal DEĞİL Orijinal
Klüp DEĞİL Kulüp

Vatan elden gidiyor mu bilmiyorum da, dil gerçekten elden gidiyor.

Üstelik de düzelttikçe "Amaaan nolucak canım, altı üstü bir harf!" diyenlerin de isimlerini bile bile yanlış yazmaya başladım. Onlar kendi isimlerini yazışımı düzelttikçe "Amaaan nolucak canım, altı üstü bir harf!" diye kendi cümlelerini kendilerine iade etmek de ayrı bir keyifli oluyor : )

Peki ben hiç hata yapmıyor muyum? Elbette yapıyorum, oldukça sık üstelik. Hiç çekinmeden düzeltin beni lütfen!




Tam bu blogu yazdığım sırada elime geçen Ankara fotoğraflarını da o kadar çok sevdim ki buraya koymadan geçemeyeceğim.

Günün şarkısı da: When the stars go blue

Share/Bookmark

Young Guns maceram! =)


Bazı insanlar bir şeylerden bahsedebilmek için öncelikle onu hazmetmeye ihtiyaç duyarlar. Saniyesi saniyesine hislerini iletemedikleri için FF'i çok aktif kullanmıyorlarken, bloglardan vazgeçemezler. İşte ben onlardan biriyim. Bu yüzden Young Guns sürecimi herkes bu konuda söyleyeceklerini çoktan söylemişken anlatmaya başlayacağım. Üstelik de hepsinden çok farklı bir açıdan...

Young Guns yarışmasını bir blogtan görmüş, sitesini incelemiştim, çok hoşuma gitmişti; ama "Reklam kim ben kim?" diyerek geçmiştim. Sonra aynı gece uykum kaçınca, bilgisayar başına kurulmuş siteyi bir daha incelemiş ve bir şeyler yollamaya karar vermiştim.

Yolladım ve unuttum. Daha sonra diğer yarışmacılarla konuştuğumda hepsinin sonuçların açıklanacağı gün defalarca siteye girip sonuç beklediğini öğrendim. Bense o gün internetten çok uzakta Ankara'da sponsorluk toplantılarındaydım. Hatta Young Guns'tan beni aradıklarında, HalkBank Genel Müdürlüğünde bir toplantıdaydım, "Şu an müsait değilim, 10 dakika sonra arar mısınız" diyip telefonu kapattım.

Daha sonra Young Guns'ın ne olduğunu hatırlayıp ertesi gün 10:00'da Maslak'ta olmam gerektiğini öğrendiğimde, gitsem mi gitmesem mi çelişkisi bile yaşadım. Ankara'daydım, bir önceki gecemi otobüste geçirmiştim, İstanbul'a dönmek için bir gecemi daha otobüste geçirecektim, 29 saat sürecek "bir şeyler" söz konusuydu ve benim oraya gitmek için National Platform katılımımı ve ALES'i ekmem gerekiyordu.



Ve içimden gelen sesi dinleyerek gittim!
-4. kattaki "ülke"ye girdiğim anda "İyi ki gelmişim" diye düşündüm. Oldukça keyifli döşenmiş, zamandan bağımsız bir alan! Ne güneş ışığı alıyor, ne de insanın gözünün önünde herhangi bir zaman göstergesi var. Geceden gündüzden bağımsız bir coğrafya...

Acilen tuvalete girmem gerektiği için tuvalete doğru yol aldım ve sifonun üzerindeki "share this" stickerı ile "ilk görüşte aşk"ım pekişti.



Genç giyimli ve oynadıkları oyunlardan belli genç ruhlu bir grup "adam" bizi karşıladı, bir konuşma üzerine bir sunum yaptı. Sağımdaki solumdaki herkes onların kim olduğunu, ne işler yaptıklarını vs vs vs biliyordu. Ben isimleri dahil olmak üzere haklarında hiç bir şey bilmemekle birlikte, karakter analizi yapmak üzere hepsini gözlem altında tutuyordum. Kim olduklarını ve ne iş yaptıklarını bilmeden her birine hayranlıkla dolup taştım.

Daha önce çalıştığım işlerden çok farklı olarak "sıfat" ardına sığınan insanlar değillerdi. (Alışkın olmadığım bir şey) Samimiyet sınırını şaşılacak kadar usturuplu belirlemişlerdi. Hiçbiri ulaşılmaz adam da değildi, enseye tokat laubalilik yapılacak bir durum da kesinlikle yoktu. (Bu ülke için çok uç bir yetenek!) Bizim beslenmemizle bile inanılmaz derecede ilgililerdi. (Patrondan beklenmeyen bir özveri!)

Demek ki bu "ülke"de kasıntılık ve seviyesizlik kavramlarının yerini, içtenlik ve üretim almış diye düşündüm. "Reklamcı ne yapar?" sorusunun cevabını bile bilmeden, orada çalışan bir reklamcı olmanın hayalini kurmaya başladım.

Hayatımın en ilginç 30 saatlik periyotlarından birini o "ülke"de geçirdim. Kura ile belirlenen beşer kişilik gruplara bölünüp, ertesi gün öğleden sonra sunacağımız sunum üzerinde çalıştık. Evet yaptığımız şey tam manasıyla bu tek cümlede özetlediğim şeydi. Ama kesinlikle kolay değildi. "Ne yapıyorum yahu ben burada?" diye kendimi sorgulamaya çalıştığım anda, CocaCola'nın temsilcisi gelip havuçlu kek ikram ediyordu. "Ben böyle 60 saat bile takılabilirim." diyordu beynim. Veya tam uykunun bastırdığı, masa başında çaresiz takıldığımız saatlerde, bizi sunum alanına toplayıp, kendilerinin nasıl iptal olduklarını ve PES'te kendi kalelerine gol atışlarını sıfır kompleks çok eğlenerek anlatıyorlardı. "Yahu bu adamlar benden ne istese yaparım herhalde." diye düşünürken yakalıyordum kendimi.

Binlerce fikir, yüzlerce karalama, onlarca kez fikir ve strateji değiştirme.
Biraz agresiflik, biraz kahkaha, biraz boşverme, biraz panik.
Şarkı mırıldanmalarının, laf dalaşlarının, ayak seslerinin, kahve kokularının içiçe geçtiği saatler.
Zaman çok mu yavaş yoksa çok mu hızlı akıyor bir türlü karar vermemek.
Zihnini "Acaba kaç kişi buradayken birileri koynunda onların yokluğunu hissediyor?" gibi sorulardan arındırıp, "Sunumu yapacağımız kişi bizden ne duymak istiyor?"a odaklanmaya çalışmak.

Ve sabah! Sabah olduğunu hayatımda ilk defa gün ışığı ile değil telaş dozunun artmasıyla fark ettim sanırım.

Kesinlikle içimize sinmeyen sunumumuz...
Benim içimdeki pazarlamacı ruhun pötlemesi. "Ben bu sunumu yapmam" diye tutturan ekip arkadaşımı "Elimizdeki en iyi ürün buysa, bunu olabilecek en iyi şekilde pazarlamalıyız." diye zorlamam. Grup içi fikir çatışmaları, didişmeler... Sonra şakalaşıp özür dileyerek veya ortak bir fikri savunarak ara düzeltmeler...



Biraz daha fazla kahve, biraz daha az zaman...

"Sunum yapmasak mı? Herkes sunumunda az çok aynı şeyleri anlatacak nasıl olsa" fikrine kendimizi kaptırıp, sunum yapmaktan vazgeçmemiz... Sanıyoruz ki biz hazırladığımız birer vurucu cümleyi söyleyeceğiz ve onlar da "Siz çok farklısınız" diyiverecekler. Aldık mı bunun üzerine okkalı ters köşe sorular!!

Umrum olmadan, hatta gitsem mi gitmesem mi çelişkisine bile düşerek geldiğim yerden, ayrılmak istemedim.



Ve ikinci elemeyi de geçmiş olduğumu öğrendiğimde hissettiklerim gerçekten tarif edilemez! Son zamanlarda ne başardığım işler, ne birlikte olduğum adamlar, ne de yaptığım seyahatler bu kadar çok heyecanlandırabilmişti beni.



En son doğum günümde yeni yaşım için dileyecek bir dilek bulamamıştım. Hayatımda her şeyin tam olduğunu sanıyordum. Young Guns ise bana yepyeni bir kapı açtı. Dilek hakkımı şimdi kullanmak istiyorum : )

Share/Bookmark

16 Kasım 2009

Fotoroman tadında Ankara seyahatim

Perşembe sabahı kendime leziz bir kahvaltı hazırlayarak güne başladım. Leziz bir kahvaltı dediysem çok çeşitle donanmış bir masa gelmesin aklınıza, her sabah mısır gevreği yiyen bir insan için bu ziyafettir:
Evden bir kaç gün uzak kalacağım için temel bakım ıvır zıvırlarının çantamda olması gerekiyordu.

Yolculuk için vazgeçilmezlerim olan güneş gözlüğü, müzik çalar ve kitap üçlüsünü de çantama attığım anda hazırdım.

Üstüme çok rahat bir eşofman altı (itiraf ediyorum kendisi aslında bir pijama) geçirdim, otobüs yolculuğumu olabilecek en rahat kıyafetlerle geçirmek istiyordum.

Ve ESN-House'un altındaki ofisimizin yolunu tuttum. Ofiste gece yarısına kadar cumartesi günü Işık Üniversitesi'nde düzenlenecek National Platform için sunum hazırladık.

Sonra yolculuk arkadaşım Fırat, onun kokusu olmadan Ankara'ya gitmek istemediği için Ece'nin kazağını da yanına alarak yanıma geldi.

Otobüsümüz 1:00'de Merter'den kalkıyordu. Ben daha biz Taksim'deyken ve saat henüz 00:00 iken, Fırat sallanmasın diye bana saati sorduğunda 00:30 dedim. O panik yapıp koşturmaya başladı. Biz Taksim'den Merter dolmuşuna atladık, Merter'e geldik, Fırat kaçırdık mı otobüsü acaba diye saate bir baktı saat daha anca 00:30 olmuş. Ben tabii kikir kikir güldüm.

Sonra tam otobüse bineceğiz, Fırat biletleri bulamadı. Dedim sorun olmaz, mutlaka online bir sistemleri vardır, adımızdan veya aldığımız kredi kartı numarasından bulurlar. Adama isimlerimizi söyledim, adam "Bu isimlere koltuk alınmamış." dedi, kredi kartı numarası söyledik, "Yook 1:00 otobüsü olduğundan emin misiniz?" diye sordu. "Peki yeni bilet alalım." dedim. "Bütün yerler doldu efendim." dedi adam. Meğerse Fırat benden saat konusunda yaptığım pisliğin intikamını alıyormuş, adama da arkamdan kaş göz yapıyormuş.

Pislik yapma yarışımız 1-1 bol kahkaha ile sonuçlanınca, yolculuğa başlama pozu verdik:

Ulusoy kendisini epey aşmış, uluslararası uçak yolculukları gibi her koltuğun arkasına bir ekran kondurmuş. İsterseniz tv kanallarından dizilerinizi izleyin, ister haber kanallarından gündemi takip edin, ister ulusoy'un kanallarından filmleri izleyin. Biz oldukça güzel bir film izledik.

Tek molamızı da ParkShop outlet diye bir yerde verdik. Tuvaletlerinde diş fırçası otomatı olmasına bayıldım. Orta yerindeki yarış arabası ile de gece gece iyi oynadım.


Gece film izlemek ve dedikodu yapmakla geçti. Sabah indiğimiz Aşti'den Çankaya'ya gitmeyi başardığımızda yorgunluktan ve uykusuzluktan ölüyorduk:

Bir şeyler yiyio, taze meyve suyu içmek bizi biraz kendimize getirir diye Ulusal Ajans ile toplantımızdan hemen önce bir büfeye daldık. Yediklerimiz çok sıradışı değildi; ama tam karşımızda asılı olan televizyon oldukça ilginçti:


10:00 Ulusal Ajans'a İlyas Bey ile görüşmeye gittik. Görüşmemiz çok güzel geçti. İlyas Bey bizimle beklediğimizden çok daha fazla ilgilendi ve ilk sponsorlarımızı bulmuş olarak çıktık oradan:

Bir sonraki toplantıya kadar oldukça fazla zamanımız vardı ve tam Ata Kule'nin karşısındaydık. Çıkıp bir de Ankara'ya tepeden bakalım dedik.

Benim bünyem inanılmaz şekilde kahve ihtiyacı içindeydi, terastaki dönen restorana attık kendimizi:


Sonra HalkBank Tanıtım ve Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı'ndaki randevumuza gittik. İstanbul'da yaşayan insanlar olarak "trafik payı" bıraktığımız için olması gerekenden daha önce orada olduk. Lobide uyuklayarak enerji topladık:

O görüşmeden sonra kilotlu çorabım bile "Yeter artık" dedi:

Kendimizi Ankara'nın Kanyon'u kıvamındaki bir alışveriş merkezine attığımızda saat 16:oo olmuştu. Leziz mantılarımızı mideye indirdik:

AGM'e katılma konusunda oldukça şevkli olan ve Hacettepe'de okuyan hepsi birbirinden tatlı gençlere AGM ve Sponsor bulma prosedürü hakkında bilgi vererek, leziz kahvelerimizi içtik. Evet ısrar ediyorum, Kahve Dünyası her konuda Starbucks'tan zevkli ve lezzetli.
İstanbul'dan Ankara'ya gelirken bindiğimiz otobüs ne kadar gıcır gıcır ve her koltuğun önünde ekran olacak kadar modernse, Ankara'dan İstanbul'a dönerken bindiğimiz otobüs de o kadar eski yüzlüydü. Hatta Fırat'ın koltuğu kırıktı. Ancak bu oldukça güzeldi, çünkü biraz değil tam 180 derece yatıyordu. Evdeki yatak ile otobüs yolculuğu yapmak gibi bir his!

Yepyeni ve modern olan otobüste hiçbir ikram yapılmamıştı. Sadece bir top kek verilmişti. Onun dışında su istediğimde bile host resmen lütfedercesine servis yapıyordu. Bu eski otobüste ise tam tersine bir içtenlik ve misafirperverlik vardı. Her saat bir şeyler ikram ettiler. Saatte bir ışıklar yanıyordu, biz uyanıp bize ikram edilenleri yiyorduk. Hatta "İstemiyorum." diyince host resmen bozuluyordu, "İsterseniz çikolatalısı var, ondan versem?" diye ısrarcı oluyordu.

Üstelik garip bir biçimde bu eski otobüsle yolculuk yeni otobüsle yolculuktan tam iki saat daha kısa sürdü.

Hızlı ve bol ikramlı yolculuk yapmak istiyorsanız, iki katlı eski otobüsleri; daha yavaş ama çok modern yolculuk yapmak istiyorsanız en yeni otobüslerini tercih edin derim ben.

Bir de İstanbul'u çok seviyorum ben ya! : )

(YoungGuns maceram da çok yakında burada olacak!! : ) )

Share/Bookmark

Pinterest'im

Instagram'ım