21 Mayıs 2010

Bana en güzel "yazmış" adamın kızlarına mektubu

Mr. Prozac'ımı duymayan kalmadı, sürekli ondan bahsedip duruyorum. Hatta kendisinin dahi bir keresinde "Ben senin için blog malzemesi miyim?" paranoyasına kapıldığına şahit oldum. Gerçekleri bal gibi bildiği için bu konuda açıklama yapma ihtiyacı duymuyorum bile. "Seni seviyorum bakiresi" bir insandım ben. Sık sık aşık olurdum veya aşık olduğumu sanırdım; ama bir adama şöyle tereddütsüz "Seni seviyorum." dememiştim hiç.

Ama hayatıma Mr. Prozac'tan önce girmiş erkeklerin de hakkını teslim etmem lazım. Şimdiye kadar hayatıma girmiş olan hiçbir erkeği lanet okuyarak anmıyorum. Hepsi bir zamanlar beni gerçekten mutlu etti. Ballı bir kadınım ki, bir tanesi bile sıradan, sokakta milyon tane benzeri olan adamlardan değildi. Hepsinin gerçekten olağanüstü bir tarafı vardı.


Bugünkü yazımın başkahramanı olan kocaman adam sanırım kısa ama kalabalık ilişki tarihimdeki en çok "yazdığım" ve bana en çok "yazan" adam oldu. Bazen birbirimize, bazen kendi kendimize, bazen bambaşka kişilere yazıyorduk. Mailler, yazılar, mektuplar, mesajlar... Hepsini de keyifle paylaşıyorduk birbirimizle. Şimdi bu satırları yazarken neler yazıyormuşuz diye eski maillerimi kurcaladım ve "Sana benim kadar iyi yazacak bir adam bulamazsın" derken ne kadar haklı olduğunu anladım:

"Yardım ister misin? ağr bir şeyler var mı kaldırılacak? hiç bir şey bulamazsam seni kaldırıp duvara yaslarım, öpüşürüz. ben kemiklerini severim, sen canın istedikçe tokat atarsın. sonra kahve içeriz. sonra... sonra bakmışız sabah olmuş, güneş doğmuş, ayaklarımızın altı silme bulut, yere inmeden işe gideriz?" veya "kahve yapayım sana sütü iyi ayarlanmış. sen evimi gör, ben seni. gözlerini aklıma nakşedeyim, yabancı diyarların, gereksiz şehirlerine sen bakayım... her yer sen olsun baktıkça, sadece sen." Bunlar rastgele iki mesaj, her gün bunlardan onlarcasını alırken, evet insan kendisini yeryüzündeki tek dişi zannedebiliyordu zaman zaman.

Biz birbirimiz için birer hevestik, bittik. Ama ikimizin de hayatında "yazmak" öyle kolay kolay bitmeyecek bir hevesti.


Biz birlikteyken, gelecekte benden bile zilli olacak kızlarına yazmaya başladığı mektup elime ulaştı geçen hafta.
Yarım yamalak okumak istemediğim için bir türlü başlayamamıştım.

Başladım ve bitene kadar -tastamam 73 sayfaydı- tuvalete bile gitmedim. Üstelik bu günlerde Anais Nin'in günlüklerini okurken, yine Anais Nin'in “stream of unconsciousness” methoduyla -fakat afyonla değil viskiyle ulaşılmış bir kafada- yazılmış bu kızlara mektubu okumak da ayrı bir güzel oldu.

Koskoca bir adam, çocuklarının annesinden boşanması sırasında bütün dürüstlüğü ile kendi geçmişine dönüp hesaplaşmaya başlıyor. Öyle dürüst, öyle eğlenceli bir dille yapıyor ki bunu üstelik! Açıkçası kıskandım, keşke benim babam da bana böylesine içten bir şeyler karalamış olabilseydi, diye düşündüm. Belki de ona karşı içimdeki bastırdığım kızgınlıklarımın kırıntısı bile olmazdı o zaman.

"Güçlü" bir adam olmakla "hayattan yorulmanın" ne kadar farklı şeyler olduğunu kavrıyor insan okurken. Bir de kesinlikle ne olursa olsun çocuk sahibi olmaya karar veriyor.

O kadar özel ve içten ki okurken ben bile birinin hayatını dikizliyormuş gibi mahcubiyet duydum. Ama o kadar güzel ki, bütün bu özelliğine rağmen bazı alıntılar yapmadan duramayacağım:

"Ne çok hosnudum bu durumdan, ne de nefret ediyorum halimden. Sadece çok yorgunum."

"Anlamadığım nokta, hakikaten, anneniz vaktiyle beni “ben” olduğum için sevmisti ve sanırım “ben” hala benim. En azından gece üç sularında sarhossam ve yazabiliyorsam “ben” kesinlikle ben olmalıyım. Bilemem."

"Kesinlikle çıldırıyorum ve bunu da neredeyse mükemmel bir titizlikle kayda geçiriyorum."

Bunlar gibi son derece yalın ve vurucu ruh hali betimlemeleri de var mektupta, yazılan günlerdeki olup biten siyasi olayların değerlendirmesi de, müzik ve kitap tavsiyeleri de: "Bertrand Russell, içten içe tüm insan doğasını çözümlemeye çalıstığı “Principia Mathematica” adını tasıyan üç ciltlik yapıtı ile... Yalnız Principia Mathematica’ya dikkat: Vaktiyle bir kadınla beraberken, Yesilköy mezarlığını mesken tutmus bir deli ile tanışmıştım."

Sanırım ben en çok akıl verdiği kısımları sevdim, o akıllardan bol bol kendi ceplerime de doldurdum:

Hele de büyüklerin manasız, din ve safsata dolu cümlelerine hiç kulak asmayın. Yası
geçkinler genellikle sürünmeyi “hayata bağlanmak”, rezil olmayı da “ömre ömür
katmak” olarak görme eğilimindedirler. Irkın ezici çoğunluğu da, genelde bir seyler üretmek yerine tüketmek sevdasında olduğu için, aslen, içten içe; “hiç bir boka yaramadan her boka maydanoz olan” bu kitleye acımayla karısık bir sempatiyle bakar. Sonları aynıdır çünkü: Ağızdan fırlayan takma dislerle ya öksürmek ya da balgam tükürmek.

Bu söylediklerim “duyulmak istenmeyen gerçekler” kategorisine girer ve sürüde bu tip
cümleleri dillendirmek “ayıp ve günah” kavramlarını ve genellikle “sen ne biçim konusuyorsun”ları da kaçınılmaz olarak beraberinde getirir. Tavsiyem, bu tip kocakarı ağızları, “ipinizde, sikinizde olmasın, e mi benim akıllı Kızlarım”... Hiç umursamayın, becerebildiğiniz kadar dolu yasayın ve olabildiğince de erken ölün.

Büyüdükçe, doğrusu yaslandıkça, daha da iyi anlayacaksınız; kimi zaman suçun
kimde olduğundan ziyade sonucun ne olduğu önemli hale gelir insan hayatında ve ne
yazık ki bu da o dönemlerden biri.

****

Cıvıltı”; siz de nihayetinde “kadın”sınız Kızlar, bir erkeğin o kadar nadir bulacağı bir
sey ki, size vasiyetim arkadaslarınız olsun, sevgilileriniz olsun, kocalarınız olsun, her
hangi bir erkekten eksik etmeyin. Bir erkek cıvıldayan bir kadın için bırakın
aldatılmayı, kerhane kapısına bekçi olmayı bile göze alır.

****

Sorun, “yasayacak çok sey var”dan, “yasanacak ne var”a bir ibrenin, ya da kulakları
çınlasın, sarkacın ortasında durmakta.



Bir de bazı yerlerinde kendimi buldum ki, asıl kahkahalar attığım kısım bu oldu. "Üstelik ruh hastası" olarak tanımlanmanın bu kadar hoşuma gidebileceği aklıma gelmezdi:

"Bu arada neredeyse sizin “abla”nız olacak yasta ve tas gibi –90/60/90– bir kadınla
tanıstım, inanılmaz müstesna, üstelik ruh hastası... (...)
. Dislerinizi gıcırdatmaya baslamayın hemen... Annenizle evleri ayırdıktan çok sonra tanıstık kendisiyle ve sayesinde tekrar inanmaya basladığım Tanrı sahidimdir ki doğru söylüyorum. (...) Bu genç kadınla birlikte Tanrı’ya inanmaya baslamamdaki motif de bu zaten. Geldi ve beni, çocuklarımı değil ama bileklerimi kesmekten kurtardı. Hala birilerinin, üstelik de benden epey genç birilerinin ilgisini çekebilmem çok önemli benim için su an. Yıllardır gözüm annenizden baska bir kadın görmemis ki..."

Bu upuzun mektubun sahibi benden bir yorum bekliyor biliyorum; ama ne denebilir ki? Muh-te-şem! Mektubun yazıldığı fıstıkları tanımıyor olmama rağmen, yetmedi bir kere baştan sona okumak, daha yavaş daha parça parça hazmede hazmede okuma ihtiyacı duyuyorum. Kızlarının başucu kitabı haline geleceğine, içleri sıkıldıkça açıp artık ezbere bildikleri satırları bir kere daha okuyacaklarına hiç şüphem yok.

Üzerine söylenebilecek tek bir şey var: Hep yazması gereken insanlardan birisin.

Hiç yorum yok:

Pinterest'im

Instagram'ım