07 Mayıs 2010
Yaz, tiryaki, seks, frappucino!*
Bu aralar ayrı bir keyifliyim. Sebepsiz yere... Bir şeyler istediğim gibi gitmiyor mu "Kendimi bunun için mi yorcam ben, kalbimi bunun için mi kırcam ben?" söylüyorum hemen geçiyor.
Mesela bu aralar kafam gereğinden fazla çalışıyor, uyku saatlerim 3 saate kadar düştü, bir şeyleri takmaya niyetlensem neler neler bulabilirim! Mesela hala Mr. Prozac'ın "ilişkisi yok" olarak görünen statusunu değiştirmeyi akıl edememesi. Ben Facebook'um olduğundan beri hiç oynamadım ilişki durumumla, sevmiyorum da zırt pırt ilişkisi var- yok arasında gidenleri. Yine de tamamen kaldırabilir, bas bas "ilişkim yok" diye bağırmaktan vazgeçebilir. Ne zaman gözüme takılsa "Yahu ben neyim ne bok yiyorum peki?" diye düşünüyorum. Veya ne bileyim bana "Saçmalama ya! Haftasonu zaten Adana'ya gidiyorsun. Cuma gecesi benimsin. Gerekirse uyutmam seni anasını satim, giderken uça uça uyursun işte." diyememesi... Veya hala götü boklu 10 tane evrağı bir araya getirip stajımı resmen başlatamamış olmam...
Ama ne yapıyorum? "Kendimi bunun için mi yorcam ben? Kalbimi bunun için mi kırcam ben?" diyorum, rujumu tazeliyorum, kendi kendime gülümsüyorum.
Yaz da geLdi üsteLik!
Yazın olmazsa olmazı = Frappucino!
Gerçekten aylık yemek kartındaki bütün bakiyeyi Starbukcs'a harcayan biri olmama rağmen, Starbucks'ın kahvelerini lezzetli bulduğumu söyleyemem. Gereksiz bir şekilde de pahalı üstelik. Kahve Dünyası kahvesinin lezzetiyle de fiyatlarıyla da Starbucks'ı ona katlar. Ama işte Kahve Dünyası'nın felaket yavaş servisi ve alakasız garsonları da tüketiyor, dönüp dolaşıp Starbucks'ın yolunu tutuyorum. Galiba pratik olduğu ve adım başı bulabildiğim için...
Ama frappucino bambaşka bir aşk. "İnsana ihtiyacı olan her şeyi veriyor."demişti geçenlerde bir arkadaşım. Gerçekten de öyle. Serinletiyor, tatlı ihtiyacını karşılıyor, neşelendiriyor, doyuruyor...
Bugün de öğlen yemek yemek yerine sağlık ocağına sağlık raporu almaya gittikten sonra, kendime bir frappucino kıyağı yaptım.
Bizim Maslak Starbucks'ta alışmışım tek tip insan görmeye Beşiktaş Starbucks evlere şenlik geldi. Arkamda kendi kendine konuşup duran bir adam vardı. "Amerikano diye bir kahveleri var mıydı? Vardı. Kim söylemişti bana? ", bir tane epey iri bir kız kendisine ait olmayan bütün kahveleri tepsisine koyup götürüyordu. Önümdeki kadın hayatımda gördüğüm en yapay kadındı. Siyah saçları platin sarısına boyanmıştı, tırnakları takma, gözleri lensti, burnu estetikli, dudakları silikonluydu. Basit kesinlikle değildi, son derece şık ve spor giyinmişti. Ama hayatımda gördüğüm en "yapılmış" kadındı, insan gözlerini alamıyordu. Biraz ileride dağınık saçları, bembeyaz t-shirtu ile dünya yıkılsa umuru olmayacak kadar kendini yazdığı metne kaptırmış yakışıklı bir adam oturuyordu. Yataktan kalkmış gibi hali ile çelişen ciddi ifadesi insanda gidip sarılma isteği uyandırıyordu...
Bahar sarhoşu muyum neyim?
Bir de Türkçe'de en sevdiğim kelimeyi buldum: "Tiryaki."
Kulağa gelişi de anlamı da müthiş.
Ya da ben bu gün çok tercüme yaptım, sonra karşıma çıkan ilk Türkçe kelimeye aşık oldum bilmiyorum.
Tepkisiz, tutkusuz insanlara tahammülüm yoktur benim. Hiçbir şeye kolay kolay sinirlenmem de, tepkisizliğe ve şevksizliğe çıldırırım. Tiryakilik muhteşem bir tutkuyu anlatıyor. Bağımlılık kelimesinin güçsüzlük ve acizlik vurgulayışının inadına, keyif çağrıştırıyor, aşktan bile daha tutkulu bir şey ifade ediyor.
"Başlıktaki seks bu her telden yazının neresinde?" derseniz, Diesel'in harika "Sex sells, unfortunately we sell jeans"sloganına özenip seks ile dikkatinizi çekmeye çalışmıyorum. "Üzerinde durduğumuz, eşelediğimiz her sorunun temelinden cinsellik çıkmaya başlıyor artık..." diye çok vurucu biçimde biten yazıyı BURADAN okuyabilirsiniz. Yazanı da, soruları cevaplayanı da gayet yakından tanıyorum. Galiba cevaplayanı biraz daha yakından :)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder